Ana Sayfa Blog Sayfa 73

Kendi markam olsa Instagram’da yapacağım 10 şey

0

Ben Aslı Kocaeli.

Nam-ı diğer @annenin.icsesi.

10 yıl boyunca muhtelif ajanslarda reklam yazarlığı yaptım. Yazarlığa başladığımdan beri dijital dünyaya ve sosyal medyaya karşı içimde önlenemez bir sempati vardı. Felsefe okurken kimsenin sevmediği mantık dersi nasıl favorimse, kreatifler arasında çok rağbet görmeyen banner’lar, Facebook reklamları, Instagram kurguları benim oyun alanlarım oldu. Reklamın mecrasını düşünüp fikir bulmayı değil, fikrin kendi mecrasını bulmasını hep daha çok sevdim. Şansıma çalıştığım yerler de, 360 derece reklamcılığın değerini bilen ve bu konuda beni cesaretlendiren ajanslar oldu; Rafineri, McCann Istanbul, son ajansım olarak da TBWA Istanbul.

Peki her yeni brief’te heyecanlandığım, gece uykularımdan kendimi “aklıma fikir geldi” diye uyandırdığım işimden beni ne uzaklaştırabilirdi? Anne olmak !

Reklam ajanslarının çalışma saatleri, özellikle kreatiflerden beklediği enerji ile bebek için harcamam gereken enerjiyi zihnen ve bedenen yettiremedim. Bu yüzden de işe dönmedim. Bebeğim iki yaşına gelene kadar hep yanında oldum. Ancak 2 seneden sonra, iç sesim başladı söylenmeye: “bir şeyler yapmalısın, yaratıcılığın köreliyor, zihnini çalıştır, kendini geliştir…” Ve bir gün “Instagram’da annelere kendini iyi hissettirecek eğlenceli hesaplar çok yok, neden ben yazmıyorum” dedim. Beni ara ara bunaltan, ara ara dersler veren, ara ara da espriler yapan anne iç sesimi yazmaya karar verdim. Ne şanslıyım ki pek çok annede de benzer iç sesler varmış. Bizim sayfada yaşadıklarımızı paylaşmak, arada dertlenmek, arada gülmek, arada eşleri çekiştirmek hepimize iyi geliyormuş. Reklamcıyken ödül alan projelerim oldu ama benim içimi dolduran gerçek ödül “annelere kendini iyi hissettirmek” oldu.

Şimdi biraz dijital topuklarımı giyip, Instagram’da gözlemlediğim reklamcılık ilgili konuşmak isterim.

Hatta bunu bir markam olsa Instagram’da nasıl davranırım üzerinden anlatmak istiyorum.

Özellikle markam anneleri hedefleyen bir markaysa…

1- Kendi hesabımı kendim şekillendiririm.
İçeriklerimi kendim yazmıyor olsam da, markamın sosyal medya ruhuna uyum sağlayacak yönlerini belirlerim.

İçeriklerin konusunu ve gidiş yolunu kendim seçerim.

2-  Takipçilerimle ortak yanlarımızı ararım.
Kendim bir dünya yaratıp anlaşılmayı beklemektense, onların dünyasının içinde kendime yer bulmaya çalışırım.

Onları anladığımı gösteririm.

3- Takipçilerimin yorumlarını okurum.
Takipçilerimin markamla ilgili her türlü geri dönüşünün değerini bilirim.

Onları bu yorumlar üzerinden tanımaya çalışırım.

4- Reklam verdiğim Influencer’ların hesaplarını dikkatlice incelerim.
Ortaklık yaptığım Influencer’ın da benim reklam yüzüm olduğunu bilirim.

Bu yüzden kendi Influencer seçimimi başkasına bırakmayıp mutlaka kendim yaparım.

5- Verdiğim reklamı -miş gibi- yapmak yerine sahiplenirim.
“Reklam değilmiş” gibi yapmak zorunda olmayacağım kaliteli kurgular ve işbirlikleri yaparım.

İlgili yazı: Etki Liderlerinin Etik Kuralları

6- Yaptığım projelerin sonunda, beni takip etmeyi seçmiş kullanıcılara dolu dolu bir sayfa sunarım.
Takipçimin sayfama gelecek kadar dikkatini çekebildiysem, ona baktığında takip etmek için nedenler sunabileceğim bir sayfa yaratmış olmak isterim.

7- Daha fazla kişinin reklamımı görmesine takılmaktansa, anlayacak kişilerin görmesini hedeflerim.
Önemli olanın kaç kişinin gördüğü yani nicelik değil, nitelik olduğunu bilirim.

Hedef kitlemle uyumlu Influencer’larla işbirliği yaparım.

8- Çekiliş kampanyası yapmaktan uzak dururum.
Sadece çekiliş zamanı zorunlu takip edilip, sonrasında takipten çıkarılan bir marka olmak istemem. Takipçilerime vereceğim hediyeleri onların da dahil olmak isteyecekleri yaratıcı kurgularla sunarım.

9- Hiçbir içeriğimi sadece içerik paylaşmak için paylaşmam.
“Bir şey paylaşalım da boş geçmeyelim” mantığına girmem. İçeriği paylaşmak için paylaşmaktansa, paylaşmamayı tercih ederim.

10- Gündemi öndeki arabayı takip eder gibi takip ederim.
Gündemle ilgili neyi kullanmam gerektiğini de un gibi elerim. Kendime en uygun fırsatı bulmaya çalışırım. Gündem olan her şeyde konuşmak zorunda olmadığımı da bilirim.

Instagram çok “çoklu” bir mecra. Çok rakip, çok içerik, çok Influencer, çok hız… Doğru zamanda, doğru kişilerle, doğru yerde reklamını yapmak çok önemli. Tüm bunların yanında ana hedef mutlaka farklılaşma, farklı bakış açıları geliştirme, ezber bozabilme, kendini ayrıştırabilme olmalı. Gündemi görebilmek, gündeme ayak uydurabilmek, hatta bazen gündemi belirleyebilmek…

İşte ben markamı Instagram’da tam da bu şekilde konumlandırırdım. Geri dönüşlerin ölçülebilir olduğu, iyi içeriğin tüm karışık algoritmalara rağmen bir şekilde yerini bulduğu, herkesin olduğu ve herkesin çok vakit geçirdiği Instagram’ın hakkını verirdim. Projelerimin ve içeriklerimin kalitesini mutlaka yükseltirdim.

Şimdi ise içeride öğle uykusundan uyanmış bir minnoş var.

Gidip ona kendini iyi hissettirme vaktim geldi.

Bebek tam uyandığımda yazım bitmiş oldu.

Bugün kendimi şanslı hissediyorum <3

Sosyal Medyanın ABC’si: Fundalina

0

Ayın İçerik Kraliçesi bölümünde bu ay, sosyal medya ve dijital iletişim alanında yaptığı çalışmalarla bildiğimiz, Dijital Topuklar 2017‘nin de konuşmacılarından olan, fundalina.com’un sahibi Funda Güleç Yalçın’ı tanıyoruz…

 

Funda, sen kimsin?
Funda, dijital dünyada bilinen adıyla “Fundalina,” bilgi ve deneyimlerini paylaşmaktan keyif alan, kedileri ve eşiyle birlikte İstanbul’da yaşayan bir Yay burcu kadını. Dünün öğretmeni, bugün ise Sosyal Medya ve Dijital İletişim alanlarında danışmanlık yapıyor. “Küçük İşletmeler için Sosyal Medya” kitabının üçüncü baskısını yapmasının ardından, ikinci kitabını taslaklamaya başlayan bir yazar. Kişisel blogu fundalina.com’a ve kurumsal bloglara içerik üretiyor. Pazarlama ve teknoloji dergilerinde ise köşeleri bulunuyor. Aynı zamanda Fintechtime Dergisinin Yayın Koordinatörlüğünü yapıyor.  En sevdiği renk sarı, kitap okumaktan, film – dizi izlemekten, yeni keşiflerden, bilimden, teknolojiden ve bilgisayar oyunlarından keyif alıyor. Mary Dinkle gibi ponpon yapmak da hoşuna gidiyor ve örgü ördüğünde rahatlıyor. Çocukluğundan beri tuttuğu onlarca günlüğü bulunuyor ve rüyalarından kızgınlıklarına, kitap notlarından tatil anılarına dek her şeyi ayrı ayrı yazdığı günlük türündeki defterlerine gözü gibi bakıyor.

Fundalina ne demek?
Fundalina benim göbek adım. 2000’li yılların başında mesleğimden mütevellit, internet üzerinde kendi adımız ve soyadımız ile yer almamız hoş karşılanmazdı. Bu sebeple göbek adımı kullanmaya başladım. Bunu gizli bir kimlik olarak düşünmedim, sadece takma isimdi. Blog kariyerim akademik çalışmalarımı paylaştığım bir blogspot hesabı ile başladı. Hatta ilk blogum şu anda bile yayında http://fundalin.blogspot.com.tr/ Ardından bunu kişisel blogum üzerinden gerçekleştirdiğim çalışmalarımla sürdürdüm.

Öğretmenlik yaptığın branş kapanınca bilgi ve tecrübeni sosyal medyada değerlendirmeye başladın ve bu alanda en üretken insanlardan birisin. Bu senin tutkun diyebilir miyiz?
Hani ilkokul sıralarında “ne olacaksın?” diye sorarlar ya, benim standart cevabım öğretmen idi. Uzun yıllar bilişim teknolojileri öğretmenliği yaptım, binlerce öğrenci yetiştirdim. Tüm hayatıma baktığımda benim sırrımın çok çalışmak olduğunu söyleyebilirim, doğal bir yetenek değilim. Üretkenliğimin temel sebeplerinden biri çalışkanlığımdır.

Öğretmenlik yaparken bir yandan akademik blogum (bir zamanlar fundagulec.com akademik çalışmalarımı içeriyordu – Avrupa Birliği eğitim sistemi çalışmalarım ise halen yayında) bir yandan ise kişisel blogumda (fundalina.com) içerik paylaşımını sürdürdüm. Branşım kalkınca ilk 3 ay çok bocaladım. Ne yapacağımı bilemedim, yeni bir kariyer planı yapmam gerektiğinin farkına vardım ve pes etmedim. Hep öğretmen olarak çalışmış birinin eğitimi ve deneyimi ne olursa olsun farklı bir alanda çalışması kabul görmüyordu. Buna rağmen tüm fırsatları değerlendirdim ve hiç olmadığı kadar çok çalıştım. Blogum beni ayakta tuttu, bir anlamda dersliğimin sınırlarını kaldırdı ve daha fazla kişiye ulaşmama vesile oldu. Üretkenliğimin bir diğer sebebi sınırları zorlamaktan çekinmememle ilgili.

Sınırları zorladıkça daha fazlasını elde edenlerdensin…
Ne kadar çok emek verirseniz, geri dönüşü o denli bereketli olur. Hayatım boyunca bilgiye hep öğrenci gibi yaklaştım ve hep öyle kalmayı bir yaşam biçimi olarak kabullendim. Bilginin paylaşıldıkça değer kazandığına inancım sonsuzdur. Bu sebeple daima yeni bilgileri öğrenmek için çabalar ve kazanımlarımı bir çocuğa anlatır gibi basit bir şekilde aktarmaya çalışırım. Blogum bu konuda bana bir kaynak sunuyor ve sürdürülebilir içeriklerle bunu hayata geçirmeye devam ediyorum. Umarım bu üretkenliği ve enerjim hiç bitmez. Blogum önceliğimdir ve onu beslemek için hayatımdan ve kendimden çok zaman çalıyorum.

Sıraladığım bu üç temel üretenlik sebebini bir kenarda tutarsak benim tutkum “öğretmek” ve “öğrendiğini paylaşmak”.

Bundan kısa bir süre öncesine kadar var olmayan bir iş yapıyorsun…
Esasen hem şanslıyım hem de şanssız. Sosyal medyanın ve blog camiasının en eski yüzlerinden biriyim. Büyük görünen ama aslında küçük bir gruptan bahsediyoruz. Hemen herkes birbirini tanır, geçmişini bilir. Bu açıdan elinizde şekillenen bir sektör. Şanssızım önümde örnekleme alabileceğimi birileri olamadı, kendi yetenek ve gücümün mukabilinde bir şeyler yapmaya çalıştım. Şanslıyım çünkü yapabileceklerimi – yeteneklerimi değerlendirebileceğim bir alan buldum. Kendimi keşfedebildim, sınırlarımı zorladım ve kendimi geliştirebildim. Bu gelişim temel prensiplerimden hareketle kendi çevremi geliştirmeme de olanak sağladı.

Girişimciliği nasıl tarif edersin?
Girişimciler, yenilikleri gerçekleştirme hevesli, risk alabilen, fırsatları avantaja çevirme gücü ve yeteceği olan kişilerdir. Bir girişimci olarak kendinizi ve yeteneklerinizi tanımalı, yapabileceklerini ve yapamayacaklarınızı belirlemeli, bir strateji üzerinden planlarınızı satır satır işlemelisiniz. Ülkemizde girişimcilik ruhu çabuk alevlenir ancak çok çalışmak, planlı olmak ve işlevsellik mecburiyetleri bir engel gibi görünür ve bu alev çabuk sönebilir. Oysa başarı, sabır ve emek ile örülür. Başarıyı korumak için çok daha fazla efor gerekir.

İşini nasıl kurdun ve nasıl büyüttün?
Hayata bakış açım hep biraz serttir, çalışmayı sevmeme rağmen çok çalışmak zorunda kalmak zaman zaman içimi acıtır. Yeni bir meslek zorunluluğu karşısında mevcut eğitim ve kabiliyetlerimle birlikte iş ahlakımı da çantama koyup bu işi yapmaya karar verdim. İlk başta küçük işletmelerle birlikte Tavsiye Kanalı grubu ve Vitringez ile çalışmalarıma başladım. Akabinde Turkcell, Macline, AppUsers derken gerisi geldi ve işlerimi büyüttüm. Şu anda blogum ve danışmanlık verdiğim firmalar haricinde Fintechtime, Digital Age dergilerine yazıyorum. MediaMarkt’ın kurumsal bloğu MediaTrend’de yazarlık yapmayı sürdürüyorum.

İşinin zorluklarından bahseder misin?
İşim neredeyse 7/24 çalışmayı, güncel ve hep tetikte olmayı gerektiriyor. Son birkaç yıldır pazar günü keyfi yapmışlığım, uzun bir tatile gitmişliğim yok. Değişen algoritmalar – dinamikler daimi öğrenci olmanızı ve sahada aktif çalışmanızı zorunlu kılıyor. Yenilikleri ilk uygulamak ve topladığınız meyveleri doğru değerlendirmek işimizde bir zorunluluk. Günümüzde iç görü yeterli olmuyor, öngörü sahibi olmanız da gerekiyor, dolayısıyla temponuzu iyi ayarlamalı ve soluksuz kalmamalısınız. Öte yandan bir markayı şekillendirmek, stratejisine imza atmak ve büyümesini görmenin verdiği duygu ve motivasyon hiçbir şeyde yok.

Profesyonel olarak yaptığın işler arasında sosyal medya danışmanlığı da var. Danışmanlık hizmeti verirken ne tip sıkıntılarla karşılaşıyorsun?
Odağında insan olan her iş çok zor ve bir o kadar da öğretici. Her markanın, kişinin, ürünün, ekibin beklentisi veya ihtiyacı farklı oluyor. Standart bir yapı olmaması zorlayıcı, odaklanmanız zor oluyor. Tümünde temel ihtiyaçlar güncel bilgi ve eğitim eksikliği, empati yoksunluğu üzerine. Örneğin küçük işletmeler nezdinde yıllar içerisinde gördüm ki amaçları benden hap bilgileri almak ve hızla hayata geçirmek odaklı. Eksiklerinin farkındalar ve kendilerini geliştirmek istiyorlar. Öte yandan buna bütçeleri yok ve sabırsızlar. Bu sebeple işletmelere verdiğimi danışmanlıkta eğitimi işin içine sokuyorum. Hatta onlara ithaf ettiğim “Küçük İşletmeler için Sosyal Medya” kitabını yazdım. Çünkü sosyal medyaya, eğitime, uygulama örneklerine en çok ihtiyaç duyan grup onlar.

Danışmanlık yaparken nelere dikkat etmek ve hangi konularda bilgi sahibi olmak gerekiyor?
Ben verilerin gücüne daima inandım, kağıt veya ekran üzerinde gördüğünüz sayılar nettir ve hatalı kararlar almanızı engeller. Bazı yöneticiler ile çalışırken ego devreye giriyor. Veriler üzerinden yaklaşıp sonuca gitseniz bile ikna olmuyorlar. Dolayısıyla çok sabırlı olmanız gerekiyor.

Teknolojiye hakim olmanız, sosyal mecraları doğru değerlendirmeniz, verileri okuyabilmeniz, raporlama tekniklerini iyi kullanmanız temel gereklilikler. Projeye doğru insanları dahil edebilmeniz için bu alanla ilgili çok fazla kişiyi tanımanız ve öncesinde çalışmış olmanız gerekiyor. Öte yandan tüm bunlar yetmiyor; iletişiminiz sağlam, empati odaklı ve belagat konusunda da kusursuz olmalısınız.

Kimler, en çok ne konuda danışıyor?
Ajansından işletmesine, öğrencisinden bireysel kullanıcılara dek hemen her gruptan sorular ve danışmanlık talebi geliyor. Çünkü öğrenilebilecek, geliştirilebilecek bir alan ve sorular çok çeşitli.

Özellikle gençler arasında çok gözde bir iş “sosyal medya uzmanlığı.” Sence bu konuda “uzmanım” diyebilmek için ne yapmalı?
Herkes sosyal medya kullanıcısı olabilir ama işin içine uzmanlığı eklediğinizde iş değişir. Bu alanda ne salt iletişimci olmak ne de teknolojik kabiliyetlerinizin olması yeterli gelmiyor. Bir konuda uzman olmanın başlıca şartları o konuda konuşabilmek, o konuyu yazabilmek, o konuda farklı uygulamalar ya da metotlar geliştirebilmek, daima bilgisini güncel ve dinamik tutmak ile ilgilidir. Üniversitelerin eğitim merkezlerinde akademisyenler tarafından verilen sosyal medya eğitimleri de tek başında elbette yeterli değil ama bir temel sunuyorlar. Teorik eğitim ve pratik birbirinden çok farklı. Özünde sosyal medya bir iletişim aracıdır, akabinde dallara ayrılır. Bu açıdan özellikle iletişimcilerin bu alana odaklanmalarını ve üzerine yeni medya eğitimi almalarını ısrarla öneririm. Eğer böyle bir eğitim alma şansları yok ise ajanslar bu konuda besleyicidir. Bir bilenin yanında yetişerek, kendilerini geliştirerek çalışmalarını devam ettirebilirler.

Sosyal medya seni nasıl besliyor? Hiç yoruyor mu?
Sosyal medya beni hem yoruyor hem de merak ve ilgimi canlı tutuyor. Öte yandan her daim bir teyit ihtiyacı duyuyorum. Bu da bolca araştırma yapmama sebep oluyor. İlham noktasında ise besleyici ve bir sonraki adımımı kurgulamak konusunda ışık tutuyor. Kayıp giden ekranlar karşısında hem mesleki olarak hem de bireysel olarak uzun zaman geçiriyorum. Yakın takip etmek istediğim kişi ve markalar için özel listelerim var. Bunların dışında izleme ve analiz yaptığım araçlar da var ve zamanı daha efektif kullanmama katkı sağlıyorlar.

Kitabın “Küçük İşletmeler için Sosyal Medya” ile nasıl bir ihtiyacı karşılaşmayı hedefledin?
Yıllar içerisinde hem çevremdeki kişilerin hem de tanışma fırsatı bulduğum pek çok işletmenin profesyonel danışmanlık almak için ek bütçesi yoktu ama öğrenme istekleri ve başarılı olma hevesleri çoktu. Neredeyse tümü yol gösterici bir kaynağa ihtiyaç duyuyordu. Kitabımı hazırlarken bu ihtiyaçları düşünerek hareket ettim ve sosyal mecraları mümkün olduğu kadar sadeleştirerek anlatmaya çalıştım. Öte yandan sosyal medya konusunda fazla fikri olmayan ve kendisini geriştirmek isteyenler için de temel bir kaynak haline geldi. Kitap sosyal medya konusunda temel bir bilgi kaynağı ve iş yapış biçimlerinizi geliştirecek bir yol haritası sunuyor. Çalışma örneklerinden önerilere, emojilerden hashtaglere, bloglarla yapılabilecek çalışmalardan içerik geliştirmeye dek uzanan konuları basit bir dille ele alıyorum. İçerisinde satış yapmanızı tetikleyecek, kendinizi geliştirmenizi sağlayacak ve başarınızı arttıracak pek çok konu başlığı bulunuyor.

Kitabın kısa sürede üçüncü baskıyı yapması büyük bir başarı…
Bundan çok mutluyum! Kitabımın lansmanını yapmadım, kendi kendine bir kitle yarattı ve insanların birbirine tavsiye ettiği bir kitap haline geldi. Bunun en büyük sebebi kullandığım basit dil ve esasen temel bir ihtiyaca cevap veriyor olmam ile ilgili. Amacım küçük işletmelere satış yapmak ve markalarını tanıtmak konusunda sosyal medyanın gücünden faydalanmalarını sağlamak idi. Ancak sınırlarının dışında çıktı ve sosyal medya ile uğraşan herkes için bir rehber halinde geldi. Bu sebeple yeni ve genişletilmiş baskıda adı bile değişti, “Sosyal Medyacının Galaksi Rehberi” olarak güncellendi.

Web: fundalina.com
Instagram: @fundalina

Kadın kadının kurdu mudur?

0

Ünlü filozof Thomas Hobbes’un “İnsan insanın kurdudur” (homo homini lupus) sözü, bilindiği gibi insanın kendi varlığını korumak için diğer insanlarla rekabet içinde olmasını anlatır. Bu sebepten bir insan için diğer bir insan tehdit sayılır. Son zamanlarda bu deyişi “kadın kadının kurdudur” olarak kullananlar var. Bu ifade bir kadına en çok zararın yine bir başka kadından veya bir başka kadın sebebiyle geldiği fikri üzerinden doğuyor.

Kadının kadının kurdu olduğu fikrini desteklemek üzere kadın yönetici ile çalışan kadınların çatışmalı iş ortamı veya gelin-kaynana ilişkisi dahilinde yaşanan kavgalar örnek olarak sunuluyor. Tüm bu örnekler gerçekten bir kadın iletişimi sorunu mudur?

Öncelikle kadın yönetici ve kadın ekip sorunsalını ele alalım. Kadının cinsiyeti sebebiyle hem kadınlar hem de erkekler tarafından kolaylıkla “lider” olarak görülememesi, kadın cinsiyetine herhangi bir yöneticilik, üstünlük vasfının yüklenememesi esasen bu çatışmanın kaynağını oluşturur. Patriyarkal zihniyet dahilinde erkekler zaten “erk” sahibidir, dolayısıyla zaten “fıtraten” erkek olarak lider vasfındadırlar. Oysa eli hamurlu kadınlar öyle mi?

Kadının endüstriyel iş dünyasına dahili yakın dönemde gerçekleşmiş, o da ancak “erkek patronun sekreteri”, “erkek doktorun hemşiresi”, “erkek pilotun hostesi” sıfatlarıyla tali bir görevde vücut bulduğunda kabul görmüştür. Kadına yakıştırılan işler çoğunlukla hizmet sektöründe, uzmanlığı sınırlandırılmış meslek gruplarında, karar verici değil kararları uygulayıcı pozisyonlarda yer alır. Bugün hala açıköğretim sınav sorularında “kadına yakışan meslek” içerikli sorular sorulduğunu ve yanıtın en temelde ev işleri ve çocuk bakımı niteliklerini kapsayan meslekler olduğunu hatırlayalım. Dolayısıyla kadını lider/yönetici olarak görmek hem kadın çalışan hem erkek çalışan için tarihsel altyapısı sebebiyle bir erkek yöneticiye kıyasla oldukça güçtür. Asırların muktediri erkeğin yöneticilik vasfı çok daha kolay kabul edilir. Dolayısıyla erkek yönetici söz konusu olduğunda çatışma ortamının azaldığını söyleyebiliriz. Fakat bu durumun kadın yöneticinin kendisinden kaynaklandığını söylemek ne kadar hakkaniyetli olur?

Kadın “liderlik” vasfına sahip olduğunu ispat etmek zorundadır. Kadın yönetici bu ispatı birlikte çalışacağı erkeklere de kadınlara da yapmak zorunda kalır. Çatışmanın kaynağı buradadır. Mesele kadının kadınla savaşı değil, bir kadın yönetici ile çalışmanın hem erkeklerde hem kadınlarda yarattığı kabul edilemezliktir. Esas problem kadınların birbirinin kurdu olması değil, kadının iktidarı kolay elde edememesi ve bunu kolay benimsetememesidir.

Benzer şekilde gelin-kaynana çatışması da özü itibariyle “erk”ek temelli iktidar çatışmasıdır. Bu çatışmanın kaynağı da yine döner dolaşır, iktidarın esas sahibinin erkek olduğu paradigmasına saplanır. Toplumda makbul olan erkektir. (Bir görüşe göre erkeklere mavi rengi yakıştırmasının amacı, tıpkı nazar boncuğunun mavisinde olduğu gibi erkeklere yönelen kötü ruhları püskürtmek, tıpkı Orta Doğu’daki evlerin balkonlarında kullanıldığı gibi erkeklere akreplerin/türlü haşerenin zarar vermesini engellemektir.) Erkek kıymetlidir.

Bir erkek çocuk sahibi olduğunda toplumdaki saygınlığı artar. Benzer şekilde aslında evli kadın da bir erkek tarafından süresiz olarak “seçilmiş” ve bu durumun taçlandırılmış olması sebebiyle toplumdaki yerini yükseltmiştir. Tam da bu sebepten birçok kadın kendini bir erkek üzerinden tanımlar. Instagram hesaplarında bile bu iddiayı destekleyen “x’in bir tanesi”, “y’nin annesi”, “z gelini” tanımlamalarına çok sık rastlarız.

Kaynana iktidarı da bir erkek çocuğa sahip olmuş olmanın getirdiği bir iktidardır. Kadın kendi benliğiyle kuramadığı gücü erkek evladı üzerinden kurar ve gelini bu iktidara ortak etmek istemez. Gelin-kaynana çatışması bir kadın çatışması değil, bir iktidar çatışmasıdır. Kadın cinsiyetinden kadın olması sebebiyle esirgenen güç, böyle hallerde kendini gösterir. Dolayısıyla meseleyi kadın ilişkilerini yeniden yönlendirerek değil, iktidar dengelerini yeniden kurarak ele almak gerekir.

Kadın türünün insan olduğu ön kabulü üzerinden, “insan insanın kurdudur” ifadesi elbette ki kadınları da kapsar. Ve fakat cinsiyetçilik dediğimiz kavram, kabaca tanımıyla bir insana cinsiyeti üzerinden ayrımcı muamele etmek olduğundan “kadın kadının kurdudur” ifadesi hiçbir şey değilse bile, cinsiyetçi bir ifadedir. O halde bu vesile ile tekrar edelim; yaşasın kız kardeşlik, yaşasın kadın dayanışması!

 

Uysallık ve Özsavunma Üzerine

0

Çocuk, başlangıçta ebeveynlerinin zihninde oluşan bir tasarımdır. Hakkında düşünülen; cinsiyeti, fiziksel özellikleri, mizacı hakkında tahmin, temenni ve atıflarda bulunulan bir tasarım… Ebeveynin eksik ya da yarım bıraktığını tamamlayacak, ulaşamadıklarını elde edecek, adeta bir benlik idealidir. Bu yönüyle ebeveyn için önemli bir ruhsal yatırımdır. Ona kendi yaşamında deneyimleyemediği doyumu sunabilecek bir yatırım…

Bu yatırım, kısa ya da uzun vadede hayal kırıklıkları yaşatır. Beklenilenden farklı cinsiyetle doğan, özel bir gereksinimle dünyaya gelen, çok ağlayan, kolay uyumayan, arzu edilen hızda öğrenmeyen, başka şeylere ilgi duyan, farklı bir cinsel yönelimden, istenilen okulu, mesleği, partneri tercih etmeyen çocuklar/ergenler, ebeveyni ve/veya toplumu endişelendirir. Tasarladıklarından farklı bir varoluşla nasıl ilişkilenecekleri konusunda onları fazlasıyla zorlar. O nedenledir ki; birçok ebeveyn, öğretmen, okul, toplum ve yönetim, ilişki kurduğu ve idaresinde bulunan kimselerin uysal olmasını derinden arzular.

Kimse uysallıktan şikayetçi olmaz. Aksine uysallık çoğunlukla öne çıkarılır ve desteklenir. Ebeveynler, çocuklarının uysallıkları ile övünür hatta: “Saatlerce aç bırak yine de sesini çıkarmaz. O kadar uysal bir bebekti. Bizi hiç üzmedi.”

Talep etmeyen, reddetmeyen, diretmeyen, razı gelen çocuk ve ergenleri “idare” etmek herkes için çok daha kolaydır. Farklı düşünen, itiraz eden, direnen çocuk, ilişkilendiği yetişkinde narsisistik bir kırılmaya neden olur. Birçok öğretmen; kendilerine zorlayıcı sorular soran, sunduğu bilgiyi doğrudan içe almayıp irdeleyen çocuklarla çalışmaktan pek hoşnut olmaz. Yönetimler de kendilerini eleştiren, farklı düşünen, mücadele eden kimseleri tekinsiz bulur. Onları “marjinal” olarak adlandırarak nicelikli çoğunluğun dışında bırakır. Çoğu zaman şiddete ya da benzer örüntülere sahip yaptırımlarla onları uysal kimseler olmaya zorlar.

Ruhsal destek almak üzere başvuran ebeveynlerin beklentileri de çoğunlukla çocuk ya da ergenlerinin ehlileştirilmesi yönündedir. Yeteri kadar uysallaştırmayan süreci iyileşmeden saymazlar. Uzun süren bir psikolojik danışmanlık sürecinin sonunda birçok belirtisi hafiflemiş, daha sağlıklı ilişkiler kuran, kendisi hakkında çok şey öğrenen, yeteneklerini fark edip onlarda derinleşmeye başlayan bir ergenin ailesi,“artık söylediklerimize daha çok itiraz ediyor, ona istediklerimizi yaptıramıyoruz” diyerek deneyimlediğimiz süreci sorgulamışlardı. Oysa itiraz etmeyen, her istenileni yapan, sessiz bir ergen daha çok endişelendirmelidir.

Ebeveynlerini hiç üzmeyen, gelişimlerinin farklı basamaklarında onları hiç zorlamayan çocukların ruhsal yapılanmaları hakkında düşünülmelidir. Bu kadar uysal bir ruhsallıkta gerçek bir kendilikten söz etmek mümkün müdür? Donald Winnicott’ın sözünü ettiği “sahte kendilik” tam da böylesi bir durumun tarifidir.

Çocuk ya da ergen üzerinde arzulanan bu uysallık inşası onu öznel ve gerçek bir varoluştan alıkoyar. Var olmak için kendini ötekine uyarlamaya mecbur bırakır. Bedensel ve ruhsal olarak özsavunma beceri ve stratejilerini körelterek onu yaşamda kendisini bekleyen zorluk, tehdit ve tehlikelere açık hale getirir. Yetişkinler olarak çocuklardan dış gerçekliğe uyum sağlamalarını beklemeli, bu konuda onlara yeterince iyi birer kolaylaştırıcı olmayı denemeliyiz; onları uysallaştırmayı değil.

 

Satırlarımı Halil Cibran’dan bir alıntı ile sonlandıracağım:

 

“Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil,
Onlar kendi yolunu izleyen Hayat’ın oğulları ve kızları.
Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler
Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.
Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.
Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil.”

 

 

Ne Yazalım Ablama?

0

Herhangi bir konuda internette arama yaptığımızda karşımıza çıkan pek çok sonuç arasında tam olarak aradığımızı bulmamız bazen epey güç olabiliyor. Tanıdık, bildik -ve maalesef bazılarına ülkemizden erişemediğimiz- web siteleri bize kaliteli Türkçe içerik sunuyor olsa da, ‘bilgiye ulaşmanın çok kolaylaştığı’ çağda yanlış veya eksik bilgiler arasında kaybolmak da bazen çok kolay olabiliyor.

Google, Yandex gibi arama motorlarının çalışma prensipleri artık web dünyasını yönetecek halde. İnternette ‘bulunabilir’ olmak, web sitesi üzerinden kendini duyurmak isteyen herkes için artık en önemli mesele. Bunun için düzenlenen SEO (Search Engine Optimization – Arama Motoru Optimizasyonu) sistemi, web sitelerinde yayınlanan içeriklerin arama motorları tarafından taranmasını ve bulunmasını kolaylaştıracak bazı kuralları gerektiriyor. Arama motorları içerikleri tararken bazı temel özellikleri algılayarak hangi içeriğin daha değerli olduğunu tespit ediyor ve arama sonuçlarını buna göre düzenliyor. Kısacası, yayınladığınız herhangi bir içeriğe kolay ulaşılsın istiyorsanız, arama motorlarının gözüne girmek ve onların belirlediği kurallara uygun olacak içerikler yayınlamak zorundasınız.

Web sitelerinde yayınlanan içerikler, konusu ne olursa olsun, arama motorları tarafından değerli görülmeli ki hit alabilsin ve web sitesi de, tabiri caizse, ‘iş yapsın’. Hedef kitleye ulaşmada sosyal medya desteğinden daha öncelikli düşünülmesi gereken bu mesele, yayınlanan içerikleri hazırlayanları da belirli kalıplarda içerik üretmeye yöneltiyor.

Düşünün, sarımsağın faydaları ile ilgili bir araştırma yapıyorsunuz. Arama motoruna sorgunuzu yazdığınızda karşınıza onlarca sonuç çıkıyor. Sonuçlar arasında uzun uzun yazılmış ancak hiçbir bilgiye ulaşamadığınız, tekrarlardan ibaret, üstelik koyu fontla yazılmış onlarca devrik, hatalı cümle içeren içeriklere rastlıyorsunuz: ‘Sarımsağın faydaları nedir?’ diye merak mı ediyorsunuz? Size sarımsağın faydalarını anlatalım. Sarımsak nelere iyi gelir diye soruyorsanız ve sarımsağı nasıl tüketmeli sorusunun cevabını da bu yazıda bulabileceksiniz. Sarımsak nedir? Sarımsağın yararları nelerdir?

Sonra sarımsağın iyi bir antibiyotik olduğuna dair küçük bir bilgiyi içeren birkaç paragraf okur ve yaklaşık 7-8 dakikanızı boşa harcamış olursunuz.

İnternetteki bilgi kirliliği çoğu zaman canımızı sıkıyor ve aslında arkada dönen önemli bir meseleyi gözden kaçırıyoruz. Hiç düşündünüz mü, sadece hit alabilmek için hazırlanmış, okuyucunun pek de işine yaramayan ama sitelere bolca tıklamamızı sağlayan bu yazıları kim yazıyor?

İnternetin görünmez çalışanları, fason yazı işçileri. 800 kelimelik yazı başına 5 – 10 TL gibi komik rakamlara, günde 10’dan fazla yazı yazması istenen ‘yazarlar’, işte internette karşımıza çıkan ve site sahipleri dışında hiç kimsenin işine yaramayan bu yazıları yazmak için çalışıyorlar.

İşimize yaramayan yazılar derken, konuyu biraz daha genişletip aslında olmazsa olmaz içeriklerin de bazen bu yazarlara yazdırıldığını hatırlatmak gerekiyor. Freelance yazarlara ulaşabildikleri platformlarda ilan veren site sahipleri, ihtiyaç duydukları ve sitelerine bolca tık kazandıracak içerikleri ‘yazdırmak’ için bu yazı işçilerine çok cüzi miktarlar teklif ediyorlar. Daha da üzücü olan, seri şekilde yazarak bu şekilde para kazanabilen yazarlar, kalitesiz ama bolca içerik üreterek internetteki Türkçe kaynakları üretmiş oluyorlar.

İnternet aleminde gerçekten yazar veya editör olarak kariyer yapmak isteyen yazarların hak ettiği ücretler de fahiş kalıyor. ‘Saat ücreti’ gibi bir kavrama alışkın değiliz; 2 saatte yazdıkları bir yazıdan 30-40 TL kazanabilen yazarlarla 2 saatte 5 yazı yazarak 20 TL kazanan yazarlar arasında, içerik yöneticileri dışında gerçekten kazanan hiç kimse kalmamış oluyor.

İnternet kullanıcılarına da arama motoru sonuçları arasında kaliteli içerikleri bulacak yeni bir tür arama motorunu hayal etmek kalıyor.