Ana Sayfa Blog Sayfa 74

Dişital Tweet’ler

0

Yerleşik eril kültürde kadınların konuşması çoğunlukla küçümsenir. Kadınlar “dır dır yapmak”la itham edilir, bir şeyleri yumuşak ya da sessiz bir şekilde ifade etmek “karı gibi konuşmak” olarak tanımlanır.

Oysa kadınlar çok güzel konuşurlar… Söyleyecek çok güzel sözleri, iyi gelen, güldüren, düşündüren ifadeleri vardır.

Aşağıdakiler gibi… Geçtiğimiz ay radarımıza takılan dişital tweet’leri Dijital Topuklar okurları için derledik.

Doğum İzni Muhatabı Çocukların Babaları Yok Mu?

0

Genç kadınların, hele de yeni evlilerse, iş arayışlarında dev bir engel de hamilelik ihtimalidir. İşveren, işe aldığı personelin yakın bir tarihte doğum iznine ayrılacak olmasından, ardından da çocuk büyütme sorumluluğu alacağından performans düşüklüğü yaşanacağından endişelenir. Bu durum kaçınılmaz olarak kadın istihdamını güçleştirir. Oysa bu kadın bu çocuğu tek başına mı yapmaktadır?

İş görüşmelerinde çocuğu olan erkeğe “sorumlu aile babası” kontenjanından olumlu yargılama yapılır. Öte yandan çocuğu olan kadının, aynı zamanda çocuğuyla da tam zamanlı ilgilenmesi gerektiğinden, işlerini gereği gibi yapamayacağı kaygısı vardır. Bu kaygının altında yatan en büyük sebep hiç şüphesiz fiilen gerçekten çocuklara tam zamanlı olarak annelerin bakıyor olmasıdır. Tekrar soralım, bu kadın bu çocuğu tek başına mı yapmaktadır?

Mevzuatın çocuk bakımını esasen bir anne yükümlülüğü görmesine dair düzenleme, öncelikle doğum izni ile başlar. Bilindiği üzere İş Kanunu’nda doğum izni anne için 16 haftadır, bu sürenin bitiminde 6 aylık ücretsiz izin imkanı vardır. Yukarıda sorduğumuz soruya malum yanıtın ikrarı: doğan bu çocuğun aynı zamanda bir de babası vardır. Söz konusu “doğum” olayından baba da en doğrudan şekilde etkilenmektedir/etkilenmelidir. Oysa İş Kanunu’ndaki babalık izni 5 gündür.

Avrupa’daki bazı örneklere bakacak olursak:

  • Fransa’da 16 hafta ücretli annelik izni, 11 gün ücretli babalık izni, 3 yıla kadar ücretsiz ebeveyn izni var.
  • İsveç’te annelik izni yok, yerine 16 ay ebeveyn izni var. Babaların da bu izni kullanmasını desteklemek için erkekler iznin mutlaka 1 ayını kullanmak zorundalar. Ayrıca eşit izin kullanan ebeveynler toplumsal cinsiyet eşitliği ikramiyesinden yararlanıyor. (Bakınız, toplumsal cinsiyet eşitliğini devletin bir ödevi olarak sağlama yükümlülüğü uygulaması.)
  • Hollanda’da 16 haftalık ücretli annelik izni, 2 günlük ücretli babalık izni ve 26 haftalık yarı zamanlı ücretsiz ebeveyn izni var.

Avrupa düzenlemesi çocuk bakımında sadece anneliği değil ebeveynliği gündeme alır.

Doğumdan hemen sonra çocuğun anneye ve babaya daha çok ihtiyacı vardır, bu husus muhakkak. Fakat zaten yapılacak düzenlemenin bunu yadsıması gerekmez. Bir başka ihtimal babaların bu izinden faydalanmasına rağmen babalık yapmak yerine anneye evde daha çok yük olmasıdır ki bu ihtimal zaten her halde vardır. Böyle aile içi bir konuya devletin herhangi bir müdahalesi ancak totaliter rejimlerde söz konusu olabilir. Devletin görevi çarpık toplumsal algıya uyan düzenlemeleri “bahanelerle” desteklemek değil, bu algının değişmesi yolunda düzenlemeler yapmak ve uygulanmasını sağlamaktır.

Doğmuş çocuğa bakımın sadece kadının sorumluluğu olarak görülmesi konusu da ayrıca mevzuat ile teyit edilmektedir. Örneğin Gebe veya Emziren Kadınların Çalıştırılma Şartlarıyla Emzirme Odaları ve Çocuk Bakım Yurtlarına Dair Yönetmelik uyarınca bir işyerinde 150’den çok kadın çalışanın olması halinde, 0-6 yaşındaki çocukların bırakılması ve bakılması için işveren tarafından kreş açma zorunluluğu getirilmiştir. Tahmin edildiği üzere kreş açma işverene maliyet getiren bir husustur, bu maliyete sebep olan kim: kadın işçiler! Dikkat edin, yükümlülüğün dayanağı işçilerin çocuğu olması değil, işyerinde kadın işçi çalışmasıdır. Bu durumda işverenler kadın işçi istihdamı için hevesli olur mu?

Hiç kuşkusuz söz konusu 0-6 yaşındaki çocukların aynı zamanda babaları da vardır. Ve fakat çocuğa bakmak kanun koyucu tarafından safi anneye yüklenen bir sorumluluk olarak görülür. Mevzuatın varlık gerekçesinde ‘işyerindeki kadınların faydasına’ olarak kreş imkanı söz konusudur, sanki bu kadına verilen bir lütufmuş, kadınların işleri kolaylaştırılıyormuş gibi. Kanun koyucu nezdinde çocuk bakımı görevi zaten babaya ait olarak görülmediğinden fayda da ona sağlanmış değildir. Oysa yapılması gereken düzenleme kreş açma yükümlülüğü bakımından işyerinde çalışan kadınlara dair değil, işçilerin çocuklarına dair bir sayı kriteri koymak olurdu. Dolayısıyla sadece çocuğu olan kadın işçilerin değil çocuğu olan erkek işçilerin de nazara alınması gerekirdi.

Doğum izni veya kreş yükümlülüğü hep kadın ekseninde değerlendirilen hukuki düzenlemelerdir. Anne olmaya yüklenen anlam baba olmaya yüklenmediğinden ülkemizde çocuklar genelde tek ebeveynle büyür. Anneler günü coşkusu babalar gününde görülmez. Gerek toplum algısında gerek mevzuat dahilinde çocuğu yetiştirmenin büyük sorumluluğunun anne üzerinden alınıp ebeveynler arasında paylaştırılması esas olmalıdır.

Bilimin Sevgiyle Harmanı: Jane Goodall

0

 

İlham Veren Topuklar köşemizde bu ay Jane Goodall’ı anlatmak istiyoruz.

Şempanzeler üzerinde yaptığı çalışmalarla tanınan Jane Goodall, başarılı bir bilim insanı olmasının yanı sıra yaşam öyküsüyle de ilham veriyor. Goodall’un yıllardır sürdürdüğü çalışmaları yalnızca primatlar hakkında ufuk açmakla kalmadı; empati temelli bakış açısı insanların davranışları ve hatta gezegendeki yerleri hakkında da derin sorgulamalara yol açtı. Jane’in hevesle çıktığı yolculuklar birçok sanat eserine konu olmaya devam ediyor.

Jane Goodall kimdir?

1934 yılında Londra’da doğan Jane Goodall, dünyanın en ünlü primatologu olarak tanınıyor. Çocukluğundan beri hayvanlara, özellikle hayvan davranışlarına çok ilgili olduğunu anlatan Goodall, Tarzan hikayelerine bayıldığını ve vahşi yaşama her zaman ilgi duyduğunu ifade ediyor.

1960 yılında, 26 yaşındayken bir film stüdyosunda asistan olarak çalışırken aldığı sürpriz bir davet üzerine Tanzanya’ya gitmeye karar verdi. Genç bir kadının tek başına o kadar uzağa seyahat etmesinin alışılageldik olmadığı o yıllarda Jane’in vahşi yaşama duyduğu ilgiyi takdir eden ailesi de onu destekledi.

Tanzanya’da çalışmalarını yürüten ünlü antropolog Louis Leakey’in asistanı olarak çalışmaya başlayan Jane, konu ile ilgili herhangi bir akademik eğitim almamış olmasına rağmen kısa sürede kendi araştırmasını geliştirebilecek kadar başarılı oldu. Sonrasında Leakey’in de desteğiyle Cambridge Üniversitesi’nde doktora programına katıldı.

Jane Goodall’un gözlemleri ve görüşleri her zaman akademi çevrelerinde destek görmedi. Goodall’un yaklaşımı, o güne değin primatlar üzerinde yapılan araştırmalarla belgelenmiş olan gerçeklerin yanı sıra başka gerçekleri de ortaya çıkarmaya yaradı. İlk olarak Jane Goodall, araştırdığı şempanzeleri numaralandırmak yerine onlara isim vermeyi tercih etti. Bu da araştırdığı konuyu yalnızca bilimsel bir araştırma değil, saygılı bir iletişim sürecine çevirmeyi başardı.

Şempanzelere hiç kimsenin yaklaşamadığı kadar yaklaşan, onlarla zaman geçiren, uzun günler boyunca onları gözlemleyen Jane Goodall, primatların günlük rutinlerini açıklarken insan davranışları ile olan benzerlikleri ve farklılıkları da daha önce hiç konuşulmamış bir duyarlılıkla ortaya çıkarıyordu.

Goodall’un yaptığı araştırmalar kısa sürede öyle ses getirdi ki, yalnızca 4 yıl sonra, 1964’te National Geographic dergisi araştırmalarının belgelenmesi için bir fotoğrafçıyı Tanzanya’ya, Goodall’ın çalışmalarını yürüttüğü yere gönderdi. Fotoğrafçı Hugo van Lawick ile Jane Goodall, tanışmalarının ardından kısa bir süre sonra da evlenecekti.

1977 yılında kurduğu Jane Goodall Enstitüsü ile hem Gombe araştırmalarını destekledi hem de şempanzelerin doğal yaşam alanlarının korunması için çalışmalar başlatmış oldu.

Gombe’deki çalışmaları için orada beraber bulunan Goodall ve Lawick, zamanla projeye gelen desteğin de artmasıyla burada bir araştırma merkezinin temellerini atmaya başladılar. Yayınlanan fotoğraflar sayesinde Goodall’ın araştırmaları gün geçtikçe daha çok dikkat çekmeye başladı. Bir süre sonra da Gombe Araştırma Merkezi (GSRC) adı altında resmileşti ve çalışmalarını daha organize bir ekiple sürdürmeye devam etti. Jane Goodall, 1986 yılında bu merkezdeki araştırmalarını derlediği ‘Gombe’nin Şempanzeleri’ kitabını yayımladı. Kitaptan sonra ABD’de düzenlenen ‘Şempanzeleri Anlamak’ adlı konferansta dünyanın her yerinden antropolog, biyolog ve bilim insanlarıyla bir araya gelen Goodall, şempanzelerle ilgili tehlikeleri de gündeme getirmiş oldu. Bu konferanstan sonra yalnızca şempanzeleri araştırmak için değil, onların doğal yaşam alanlarını ve üreme döngülerini korumak için de çalışmalarını hızlandıracaktı.

Jane Goodall, bugün 84 yaşında ve çalışmalarını tüm hızıyla sürdürmeye devam ediyor. Bir bilim insanı, aktivist, Birleşmiş Milletler Barış Elçisi ve öğretmen olarak dünyanın her yerinde insanlara ulaşıyor, kampanyalar yürütüyor.

Tam anlamıyla insan olabilmek için hayatlarımızın anlamlı olmasına ihtiyacımız var. Bu yüzden genç insanlara bu anlamı bulabilmeleri için yardımcı oluyorum.

Yakın zamanda National Geographic, 60’lı yıllarda Goodall’ın araştırmaları sırasında çekilen ilk görüntüleri belgeselleştirdi. Günümüzde birçok kitaba ve filme aktarılan Jane Goodall’ın öyküsü, genç nesillere ilham olmaya devam edecek…

 

Bu web sitesinin içeriğinin sorumluluğu tamamıyla Dijital Topuklar’a aittir ve sponsorun görüşlerini yansıtmamaktadır.   

Mutluluk ve Başarı İçin Zamanlamanın Önemi

0

Sabah insanı mısınız yoksa gece kuşu mu?

Bunu muhtemelen içgüdüsel olarak bilirsiniz – zaman zaman şakasını yaptığınız bile olur. Ama yeterince önem vermezsiniz ya da uyku sürelerinizin ötesindeki etkilerini düşünmezsiniz.

Fakat yazar Daniel Pink’e göre, bu bir hata. Yeni kitabı ‘When: The Scientific Secrets of Perfect Timing’, zamanın her şey olduğunu ve bir görevi yerine getirirken, onu nasıl yerine getirdiğimiz kadar önemli olabileceğini söylüyor. Zamanın bizi nasıl etkilediğine dikkat etmediğimizde kendimizi kötü kararlar alırken, yarartıcılığımızı engellerken ve önemli projeleri yarım bırakırken buluruz. Pink’in kitabı, etkileyici araştırmalarla argümanlarını desteklerken, zamanı lehimize kullanmanın yollarını gösteriyor.

 

 

İç saatimiz bizi nasıl etkiler?

Hepimizin enerjisinde ve modunda doğal bir ritim vardır. Araştırmalar gösteriyor ki, insanların modu sabah saatlerinde yükselişe geçip, öğleden sonra dibi görüp, akşamları tekrar yükselmeye başlıyor, ta ki yatış vaktine kadar. Bu yüzden bazı araştırmacılar, öğleden sonraları önemli kararlar alınmamasını ya da testlere girilmemesini öneriyor. Daha az mutlu ve daha az enerjik iken, doğru cevabı bulmak için dışsal bilgiyi kullanmakta sıkıntı yaşanıyor.

Diğer yandan, bir problemi çözmek için mantıktan ziyade sezgilerinize ihtiyacınız varsa, öğleden sonrası tam aksi sebeplerden daha iyi bir zaman olabilir.Daha az odaklanmış olmak zihninize yaratıcı adımlar atmak için daha fazla açık alan bırakabilir.

Geç yatmayı seven insanlar için, bu model günün daha geç saatlerine kayabilir. Fakat kilit nokta şu, zamanlama fark yaratıyor. Önemli işleri en doğru zamanda yapmalıyız – ve çalışanlarımızdan da aynısını istemeliyiz.

“Her ne yaparsanız, alelade işlerin günün en güzel saatlerini işgal etmesine izin vermeyin” diye uyarıyor Pink. “Eğer işverenseniz, bu iki modeli anlayıp, insanların kendi (gün içindeki) zirvelerini korumalarına izin verin.”

Elbette, bir çoğumuz buna izin vermeyen bir programla çalışıyoruz – o denli esnekliğe sahip değiliz. Öyle zamanlar için Pink, önlenemez enerji düşüşlerimizi hafifletmeyi öneriyor.

En iyi yollardan biri düzenli ara vermek. Araştırmalar tekrar ve tekrar gösteriyor ki, kısa aralar vermek ve hatta şekerleme yapmak, zihin yorgunluğumuz düşürüp, beynimizi yeniden kalibre ediyor – eğer bu aralar doğru uzunlukta ise. (Şekerlemeler için Pink’in önerisi 15-20 dakika.) Öğle arası için gerçek bir ara vermek de -cep telefonlarından ve işlerden uzak durmak koşuluyla- yardımcı oluyor. Doğada zaman geçirmek ya da mümkün olduğunca az insanla görüşmek de bu etkiyi arttırıyor.

Neden ara? Hiç ara vermemenin riskini düşünün. Araştırmalar gösteriyor ki, anestezi uzmanlar ve kolonoskopi doktorları, mesailerinin sonunda daha az özen göstererek, hastaları için risk oluşturmaya başlayabiliyor. Ama küçük aralar verdiklerinde bu problemlerin azaldığı görülüyor. Aynısı öğrenciler için de geçerli; düzenli aralarla ara vermek, performanslarını artırıyor.

 

 

Başlangıçlar, ortalar ve sonlar

Pink sadece iç saatimizden nasıl faydalanacağımızı değil, aynı zamanda zaman imleçlerinin yaptığımız işlere olan etkisini gösteren ciddi araştırmalara ve bunları kendi lehimize nasıl kullanacağımıza da değiniyor.

İnsanlar sıklıkla projelere doğrusal bakıyorlar, bir işi yapmanın en iyi yolunun zamanla, çoğalarak ilerlemesi olduğunu düşünüyorlar. Fakat hayat böyle işlemiyor, çünkü her aşamaya ayrı ayrı ilgi göstermek gerekiyor; başlangıçlara, ortalarına ve bitişlerine.

Başlangıçları düşünün: Hatalı bir başlangıcı düzeltmek çok zor olabilir -bu yüzden, Pink, doğru başlamaya özen göstermemizi söylüyor. Yeni projelere başlamayı bir zaman imlecine bağlamamızı öneriyor, ayın ilk günü ya da örneğin sonbaharın başını seçebiliriz. Ekstra anlam yüklemek için, ya da başlangıca ilgi çekmenin başka yollarını bulmak işe yarıyor. Örnek olarak, yeni bir işe başladığınızda, işin ilk gününden önce kendinizi çalışacağınız pozisyonda hayal etmek, işe başlamadan o role kendinizi alıştırmaya izin vermek gibi. Ya da bir işverenseniz, yeni çalışanınızın ilk gününü bir şekilde özel kılmak gibi – mesela onları öğle yemeğine çıkarmak ya da diğer çalışanların yeni kişiye hoşgeldin demesi gibi. Güzel ağırlanmak yeni çalışanların işe daha iyi motive olmasına ve daha sadık olmasına yardımcı olur.

“Yeni başlangıcın heyecanından sonra, orta noktalara gelindiğinde projenin gevşemesi (tıpkı orta yaşlardaki duygusal düşüş gibi) oldukça evrenseldir” diyor Pink. Hepimiz bunu aşmak için belli stratejiler kullanabiliriz:

 

  • Geçici hedefler belirlemek – her şeyi tek seferde yapma endişesini azaltmak için.
  • Hedeflerinize başkalarını da dahil etmek – mesuliyet hissi vermesi ve projeye bağlı kalmanızı sağlaması için.
  • Proje bittiğindeki halinizi düşünmek – motivasyonunuzu artırmak için.
  • Önemli hedeflerinizi öncelikli almak ve geri kalanları göz ardı etmek – boğulma hissi yaşamamak ve odaklanmanızı sağlamak için.
  • Kendinize karşı merhametli olmak – kendinizi yiyip bitirmenizi önlemek için!

 

Son olarak Pink, sonlar da bizi etkiler diyor. Bir basketbol takımını düşünün, maçın sonuna doğru, ekstra bir çaba sarfeder galibiyet için. Bir şeyin sonunda olduğunu bilmek sizi birkaç farklı şekilde etkileyebilir:

1. Enerji verir: 49 yaşında birinin maraton koşma olasılığı kendisinden sadece bir yaş büyük birinin maraton koşma olasılığından üç kat fazladır. Bir on yılın daha sonunda olmak, insanları kendilerini zorlamak için motive eder.Nasıl hatırlayacağınıza şekil verir: Eğer bir yemeği, muhteşem bir tatlıyla ya da garsondan gelen güzel bir jestle bitirirseniz, o yemeği çok daha olumlu hatırlarsınız, asıl yemek çok sıkıcı olca bile. Bu elbette isabetli olmayan hatıralara yol açabilir fakat bu insan doğasının anlaşılmaya değer bir parçası. Olaylı (ekstra özel ve özgün ) sonu olan bir tatil planlayarak, bunu kendi avantajınıza kullanabilirsiniz. Bu sayede daha sonra hep olumlu hatırlarsınız, ne kadar kötü başlamış olursa olsun.

2. En önemli olana odaklanarak: Bu yüzden, kitapların sonları ya ilham vericidir, bir şaşırtma veya mesaj barındırır ki etkisi kitap bittikten sonra uzun süre devam etsin. Bundan faydalanmak için, günün sonunda o gün yaptıklarınızı bir yerlere not ederek gününüzü sonlandırmayı düşünebilirsiniz. Bir arkadaşınıza ya da bir iş arkadaşınıza, teşekkür notu yazarak gününüzü daha da güzelleştirebilirsiniz. Bunlar sizi hem motive eder, hem de başkalarına yakınlaştırır.

3. Duygusal olarak kendinizi yükseltmek: Özellikle, mezun olmak, emekli olmak gibi durumları dokunaklı buluyorsanız, bitirmek moral verici olabilir. Bir etkinlik ya da kutlama yaparak, o anlamlı hissi saklayabilirsiniz.

 

Diğer zaman hileleri

Pink’in kitabı, zamanla ilgili yaşadığımız sıkıntılara araştırma bazlı bir çok ipucu sunuyor. “Zaman hileleri” (time hacks) adını verdiği unsurlar, bizlere, bir görüşmeye hangi saatte gitmenin en doğru zaman olduğundan, ne zaman evlenmemiz gerektiğine ya da ne zaman işimizi bırakmamız gerektiğine dair fikirler veriyor. Çoğunlukla tekil hilelere odaklandığı halde Pink, bir yandan da, eşzamanlılık, koordine durumlar (kürek çekme, birlikte şarkı söyleme vb.) hakkında da araştırmalar sunuyor – bu tür aktivitelerin grupları ve birlikte çalışmak isteyen çalışanları nasıl beslediğini gösteriyor.

Daniel Pink, kitabını zamanla olan ilişkimizin nasıl hislerimizden etkilendiğini ve davranışlarımızı nasıl etkilediğini gösteren çarpıcı bulgularla bitiriyor. Biz dehşet içindeyken zaman nasıl yavaşlıyorsa, daha genç zamanlarımızın nostaljisi şimdiki bize nasıl anlamlar yüklüyorsa, aynı şekilde şimdiden yaşlı halimizle empati kurabilirsek gelecek için birikim yapmamız da kolaylaşabiliyor.

Bazı çalışmalar ve öneriler biraz yorucu olsa da, Pink’in kitabından alınacak asıl ders, zamanı ve bize olan etkilerini nasıl anlayacağımız ve bu sayede hayatımızdan keyif alıp, başarılı olabileceğimiz.

“Odağımızı güçlendirmek ve ‘ne zaman’ sorusuna ‘ne’ sorusu kadar önem vermek, bütün sorunlarımızı çözmeyecek” diyor Pink. “Fakat, bu iyi bir başlangıç olacak.”

 

 

 

 

Bu yazının İngilizce orijinali, greatergood.berkeley.edu sitesinde yayınlanmıştır.

‘Göçmen Anneler’in Göç Yolları Araştırması

0

Göçmen Anneler’i duydunuz mu?

Yurt dışında yaşayan kadınlar için bir dayanışma platformu olması hayaliyle ortaya çıkan Göçmen Anneler, Haziran 2017’de ‘Göçmen Anneler Facebook Grubu’ olarak kuruldu ve kısa sürede dünyanın 80’den fazla ülkesinde yaşayan veya yurt dışına taşınmayı planlayan 14 bin kadının bir araya getirdi. Bugün Göçmen Anneler web sitesi, aktif olarak bu kadınların sesi olmaya devam ediyor.

Yurt dışına taşınan ya da taşınmayı planlayan kadınların gündemini meşgul eden taşınmak, uyum sağlamak, dil, çocukların adaptasyonu, kreş/okul bulmak, bilingual çocuklara anadilini unutturmamak, iş bulmak, özlemek, ırkçılık ya da kadına karşı şiddetle mücadele gibi ortak konular, bu platforma konuşulup paylaşılıyor. Biri Montreal, diğeri Dublin’de yaşayan iki kadın, Esra İyidoğan Pencereci ve Pınar Erbaş Erdurmaz tarafından kurulan platform, yalnızca yurt dışında yaşayan kadınları bir araya getirmekle kalmıyor, yaptıkları araştırmalarla da yurt dışında yaşayan Türkiyeli kadınlar hakkında önemli verileri gündeme getiriyorlar.

 

Göçmen Anneler
Esra İyidoğan Pencereci ve Pınar Erbaş Erdurmaz

 

Rakamlara ve hikayelere gönül vermiş iki beyaz yakalı kadın olduklarını ifade eden Esra İyidoğan Pencereci ve Pınar Erbaş Erdurmaz, 60 farklı ülkeden 986 üye ile Aralık’17 – Ocak’18 tarihleri arasında Göç Yolları Araştırması’nı gerçekleştirdi. Ağırlığını 25-44 yaş arası çocuklu annelerin oluşturduğu araştırmada; sağlık/eğitim sistemi, çevre&sosyal hayat, iş olanakları gibi birçok konuda ülke karşılaştırmalarına yurt dışında çocuk yetiştirmenin zorluklarına, özleme dair birçok bilgiyi rakamlarla hikayeleştirdiler.

 

Göçmen Anneler Göç Yolları Araştırması

 

Göç Yolları Araştırması’ndan çarpıcı sonuçları Göçmen Anneler, Dijital Topuklar için derledi:

  • Araştırmaya katılan her 4 kadından 3’u son 7 yılda, her 2 kadından 1’i ise son 2 yılda göç etmiş.
  • Bu kadınlar oldukça eğitimliler; %95’i üniversite, yüksek lisans veya doktora mezunu. Yani, ağırlıklı olarak son yıllarda Türkiye’den göç etmiş bu kadınlar Türkiye ortalamasından 9 kat daha fazla yüksek eğitimliler.
  • Beyin göçünün güçlü ve üzücü bir kesimini oluşturan bu kadınların %46’sı taşındıkları yeni ülkede çalışırken, %54’u ise çalışmamakta. Şu an çalışmadığını belirten kadınların neredeyse tamamı Türkiye’deyken çalışıyormuş. Burada göç eden kadın için beyin göçü kadar, iş gücü / emek kaybının da varlığını üzülerek gözlemliyoruz.
  • Üstelik Türkiye’deyken çalışan göçmen kadınların %42’sı vaktiyle nitelikli uzman/işçi, %40’i ise yönetici olarak görev yapıyormuş. Hatta %4’u üst düzey yöneticiymiş. Bu rakamlar da oldukça nitelikli bir işgücü kaybını gözler önüne seriyor.
  • Bir güzel haber: Göç ettikleri ülkede çalıştığını belirten kadınların yaklaşık %40’i Türkiye’deyken çalıştıkları sektör ya da alanda, aynı ya da daha yüksek bir titre ile çalışmaya devam ediyorlar. Sektör veya alan değiştirerek konumunu koruyanların oranı ise %12. Kendi işini kuranlar, yeniden eğitim hayatına dönenler de düşünüldüğünde çalışan kesim göçmen kadınların umut veren yüzü olarak beliriyor.
  • Araştırmaya katılan 60 farklı ülkeden göçmen kadın arasında, hayatından en memnun olanların Avustralya, Hollanda ve Kanada’da yaşayanlar, en az memnun olanların ise Katar, İtalya ve Yunanistan’dakiler olduğunu görduk.
  • Yine Avustralya, Hollanda ve Kanada yaşam için en tavsiye edilen ülkeler olurken, İtalya ve Yunanistan ise en az tavsiye edilenler.
  • Aynı sosyal, kültürel, çevresel faktörlere göre katılımcılardan hem yaşadıkları ülkeleri hem de Türkiye’yi değerlendirmelerini istediğimizde, memnun olunan ve olunmayan unsurlarda yurt dışı ile Türkiye birebir bir zıtlık gösterdi. Göçmen kadınlara göre yurt dışının güçlü unsurları olan yeşil alan ve parklar, bireysel özgürlükler, ibadet etme/inanmama özgürlüğü, toplumun refah ve huzuru, güvenlik, çevre temizliği, eğitim sistemi, siyasi gündem Türkiye’nin zayıf taraflarını oluşturuyordu. Türkiye’nin güçlü taraflarını oluşturan iklim, sağlık sistemi, canlı ve renkli şehir hayatı ile iş-kariyer imkanları ise yurt dışının zayıf taraflarıydı.
  • Ülkeler arası sistem karşılaştırmalarında; sağlık, eğitim ve yönetim açısından en beğenilen ülkeler İsviçre, İsveç ve Belçika oldu.
  • Hollanda ve Kanada eğitim ve yönetimden yana sınıfı geçseler de, sağlık sistemi ile memnuniyetsizlik yarattıklarını gördük.
  • En az tavsiye edilen İtalya ve Yunanistan’a ek olarak İspanya’da da yaygın olarak yönetimden bir memnuniyetsizlik söz konusu.
  • ABD, İngiltere, Avustralya, Hollanda ve İrlanda’da yaşayanlar kendi ülkelerindeki iş ve kariyer olanaklarının iyi olduğunu düşünüyorlar.
  • Yurt dışına taşınmanın şüphesiz ki zorlukları var ve göçmen kadınlar en çok ilk yılda ve Türkiye tatili dönüşlerinde zorluk yaşıyorlar. Anne olmak, çocuk yetiştirmek, ailede bir hastalık olduğu ya da özlemin ağır bastığı dönemler en zorlandıkları zamanlar. Çocuk yetiştirirken çocukların aile/akrabalarından uzakta büyümeleri, Türkçe’yi unutmamaları veya öğrenmeleri için verilen çabalar zorluklar arasında öne çıkıyor. Yabancı düşmanlığı, ırkçılık ya da okullarda zorbalığa maruz kalmanın son sıralarda yer alması yine sevindirici bir veri.
  • Genel olarak katılımcıların %67’sı hiçbir zaman ırkçılığa maruz kalmadığını, %25’i ise nadiren maruz kaldığını belirtiyor. Irkçılığa en çok maruz kalanlar başta Avusturya olmak üzere Orta Avrupa’da yaşayanlar.
  • Özlem konusu araştırmanın ve göçmenliğin olmazsa olmazı. Sosyal destek ihtiyacının ardından en çok özlenenlerde denizler, sahiller, yemekler ve iklim başı çekiyor.
  • Yurt dışında herkesin ülke farketmeksizin en özlediği şey, aile ve akrabalar. İkinci sırada arkadaşlar geliyor; Kanada ve Avusturya hariç. Kanada’dakiler denizleri ve sahilleri, Avusturya’dakiler Türkiye’nin iklimini arkadaşlarından çok özlüyorlar.
  • Peki, ‘mümkün mü artık dönmek?’ Verilere bakıldığında göçmenlerin %30’u Türkiye’ye geri dönmeyi düşünmezken, 20%’si gerekli şartlar oluştuğunda dönmek istediğini söylüyor. Türkiye’ye geri dönmemek konusunda en kararlılar; İsveç, Kanada ve Avustralya’dakiler.
  • Geri dönüş hayallerini %32 ile İzmir süslerken, Bodrum sahil ilçelerinde başı çekiyor.
  • %60’ı İstanbul’dan gelmiş̧ olsa da sadece %24’ü İstanbul’a geri dönmek istiyor.

 

 

 

Göçmen Anneler’i facebook gruplarından ya da www.gocmenanneler.com web sitelerinden takip edebilirsiniz.