Ana Sayfa Blog Sayfa 3

Bu Benim Kanım

0

“Amerikalı feminist Gloria Steinem’ın 1980’li yılların başında mizahla karışık yazdığı gibi, bunu kadınlar değil erkekler yaşasaydı; ‘âdet imrenilecek, gurur duyulan eril bir durum hâline gelirdi. Âdetlerinin uzunluğu ve akıntılarıyla gururlanırlardı. OĞLAN çocukları ilk âdetlerini, yiğitliğin uzun süredir beklenen bu simgesini, dini kutlamalar ve kesin surette eril törenlerle tarihe kaydederlerdi. Meclis, aybaşı ağrılarıyla savaşmak için Ulusal Dismenore (Âdet Sancısı) Enstitüsü kurardı ve devlet ücretsiz sağlıklı koruma ürünleri için kaynak sağlardı .”

Bu Benim Kanım reglin mitolojide, sanatta, dinde nasıl ele alındığını ve gündelik yaşamdaki yansımalarını ele alıyor. Èlise Thiébaut’un bireysel regl tecrübesinin de yer aldığı kitap regl hakkındaki bilinmeyenleri/ yanlış bilinenleri günyüzüne çıkarıyor. Regl ürünleri çeşitlenmeye devam etse de dünya üzerinde pek çok kadın regl yoksulluğu ile mücadele ediyor. Hijyenik pedler, lüks tüketim maddesi olarak görülüyor ve yüksek vergilere tabi tutuluyor. Her ne kadar bazı ülkeler regl ürünlerinden alınan vergiyi kaldırıp bazıları vergi oranlarında indirim yapsa da bunun yeterli olduğu söylenemez. Thiébaut da durumu aktardığı örnekler üzerinden ironik bir biçimde buna dikkat çeker:

“Almanya’da vergi %17’de dururken somon ve havyar gibi ürünler temel ihtiyaç maddeleri gibi %7 ile vergilendiriliyor. Almanlara ped yerine somon, tampon yerine de havyar kullanmayı denemelerini öneriyorum; fakat onların emiş gücünün umulduğu kadar tatmin edici olduğundan şüpheliyim. Belçika’da da aynı şekilde, külotların içine %21 ile vergilendirilen hijyenik pedler yerine, temel ihtiyaç maddeleri gibi %6 ile vergilendirilen çikolata koyulabilir.”

Öte yandan, regl ürünlerinin içeriğindeki pek çok kimyasal bileşen kadınların sağlığını tehdit ediyor. Sağlığından ödün vermek istemeyenler için piyasaya sürülen doğal ürünler ise daha büyük paraları gözden çıkarmayı gerektiriyor. Konuya dikkat çekmek isteyen maraton koşucusu Kiran Gandhi, katıldığı bir müsabakada ped ya da tampon kullanmayı reddederek amacına ulaşmışsa da, yarışı tamamladığında bacaklarının arasına bulaşan kanla birlikte etrafını kuşatan pek çok olumsuz tepkiyle karşılaşmıştır. Kitapta ayrıntılarıyla konuya yer veren Thiébaut da, maraton günü âdet göreceğini bilmemesine rağmen durumu anlayınca bu karara varan Gandhi’den övgüyle bahsederek mesele âdet olduğunda yaratılan sessizliğin kasıtlı olduğuna vurgu yapıyor.

Dinler, regl olduğu günlerde kadını lanetlemeye devam ederken gündelik hayatta regl olduğundan bahsetmek kadınlar için utanılacak bir mesele olmayı sürdürüyor. İlksel kabilelerde âdet gördüğünde kadının lanetlendiğine inanılarak klandan uzak bir bölgeye taşınması sağlanırken, yirminci yüzyıla gelindiğinde bazı topluluklarda, âdet kanının zehirli olduğuna inanıldığından, kadınların böcekleri ve tırtılları yok etmeleri için tarlalarda koşmaları sağlanıyordu. Yahudilikte âdet gören kadın ve temas ettiği her şey ve herkes kirlidir. Başlangıç olarak yedi gün olarak öngörülen süre boyunca kadın eşiyle her türlü temastan kaçınmak durumundadır, sürenin uzaması halinde ritüeller de sürdürülür; kanaması sona eren kadın, mikveh adı verilen bir tür arınma banyosu yapmak durumundadır. İslamiyet’te ise regl olan kadın “kirli” görüldüğünden camiye gitmesi ve Kuran’a dokunması yasakken tuttuğu oruç da aynı gerekçeyle geçersiz sayılıyor. Regl olmak, farklı kültürlerde farklı isimlerle anılıyor ve regl ürünleri dışarıdan fark edilmemesi için gizleniyor; çünkü regl üzerine konuşmak çeşitli etiketlemeleri beraberinde getiriyor. Öte yandan, toplumun tüm kesimleri ilk kez regl olan bir kimse hakkında (muhatabının rızası olmaksızın) konuşabiliyor ve hatta kişiyi utandıracak şakalar yapabiliyor. Regl olma ihtimalinin varlığı ise verili kültürel kodlar nedeniyle kadınların verdiği kararları sorgulamaya açıyor.

Ülkemizde de regl üzerine yürütülen tartışmaların pek iç açıcı olduğunu söylemek mümkün değil ne yazık ki. Bu tartışmalar daha çok ünlü ped markalarının reklamlarındaki kurgunun fazlasıyla kışkırtıcı olduğuna odaklanıyor. Geçtiğimiz aylarda regl konusu, ünlü bir oyuncunun, kızının regl olduğunu sosyal medya üzerinden duyurması ve bir market çalışanın kadın müşterisine hijyenik pedlerin indirimli ürünler arasında olduğunu söylemesi üzerine kadının kocası tarafından şiddete uğramasıyla ülke gündeminde kendine yer bulmuştu. Oysa Konuşmamız Gerek Derneği’nin açıkladığı veriler, Türkiye’de hijyenik pedlerden alınan verginin %18 olduğunu ortaya koyarak ülkemizde de pek çok kadının regl yoksulluğu ile mücadele ettiğine dikkat çekiyor. Özellikle salgın ve afet sonrası hijyen ürünlerine duyulan ihtiyaç artarken, bu ürünlerin erişimi oldukça güçleşiyor. Dolayısıyla bu gibi krizlerden kadınların daha ağır etkilendiği ortadayken regl hakkında açıkça ve etraflıca konuşmamız gerekmiyor mu?

#sahipçık’tık

0

Eğer her sene 1 Kasım sonrasında yazdığımız yazıların ortak bir giriş cümlesi olsaydı, bu “Her şeye rağmen ve her şeyle birlikte İYİ Kİ DİJİTAL TOPUKLAR!” olurdu.

Bu yıl da öyle bir yıldı. Geçtiğimiz sene, Covid-19 pandemisinin en yoğun zamanlarında bir araya gelemediysek de, #DijitalTopuklarEvde adıyla online ortama taşıdığımız zirvemizi bu yıl hibrit olarak gerçekleştirmek istedik. Ve, bundan bir hafta önce, Beşiktaş Belediyesi Kadın ve Aile Müdürlüğü’nün iş birliği ile Süleyman Seba Kültür Merkezi’nde gerçekleştirdiğimiz #dijitaltopuklar2021’i canlı olarak izlemek isteyenlerle de buluşturduk.

Bu yıl temamız #sahipçık’tı. Bizim olan ancak üzerine -haklı haksız sebeplerden dolayı- çok fazla düşemediğimizi bildiğimiz konulardan bir güne sığdırabildiğimiz kadarını sahnemize taşıdık bu yıl.

Feminist akademisyen Fatmagül Berktay ilk konuşmacımızdı. #TARİHİNEsahipçık’mak üzere sohbet ettiğimiz Berktay, sadece kadınların değil, herkesin tarihine sahip çıkması gerektiğini belirtti, çünkü “Geçmişinizi bilmeden geleceğinizi inşa edemezsiniz.”

Fatmagül Hoca’nın ardından, Dijital Topuklar’ın ilk ve en kıdemli yazarlarından, toplumsal cinsiyet eşitliği ekseninde yaptığı yerli dizi yorumlarıyla takip edenleri kendisine hayran bırakan Zeynep Gönenli ve sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz bir dünya için yaptığı çizimleriyle  hislerimize tercüman olan Aslı Alpar’la #İÇERİĞİNEsahipçık’tık.

Eğitim Reformu Girişimi’nin Eğitim Gözlemevi Koordinatörü Burcu Meltem Arık ve Özel Yeniköy Ermeni Okulu öğretmenlerinden Gökhan Atik, gerek içinden geçmekte olduğumuz, gerekse ileride karşılaşacağımız krizlere karşı nasıl daha hazırlıklı olabileceğimizi tartışmak üzere, #EĞİTİMEsahipçık’mak için bizimleydi. Burcu, pandemi sürecinde en çok etkilenen grupların okul öncesi dönemdeki çocuklar olduğunu söylerken, Gökhan, pandemi döneminde oluşan dayanışma ortamının, kamu idaresini sorumluluklarından azletmemesi gerektiğinin altını çizdi.

Öğle arasından sonra, Erişilebilir Her Şey Platformu kurucularından Seben Ayşe Dayı konuğumuzdu. Hem kadın, hem engellenen olarak çifte ayrımcılık yaşadığını söyleyen Seben’in konuşması, #dijitaltopuklar2021’in en çok ufuk açan ve akılda kalıcı konuşmalardan biriydi.

 

“Yaşadığımız kentler kimin için var?” sorusu, Mekanda Adalet Derneği’nden Deniz Öztürk’le olan sohbetimizin ana gündem maddesiydi.

Feminist avukat Tuğba Tüfek Türkan ile #HAKLARINAsahipçık söyleşimizde, kadınların bedenleri üzerinde söz sahibi olma hakkını masaya yatırdık.

#SİYASETEsahipçık söyleşimizi aslında iki konukla planlamıştık. Sağlık sorunu yüzünden katılımını son anda iptal etmek zorunda kalan Berrin Sönmez Dijital Topuklar izleyicilerine gönderdiği sesli mesajla aramızda olurken, siyaset iletişimcisi ve yazar Ayşen Şahin feminist örgütlenmenin önemine dikkat çekti: “Kişisel olan her şey politiktir ve örgütlü mücadele kazandırır. Mutlaka iş ve emek üzerine örgütlenme gerekmez. Her konuda örgütlenebiliriz. Örgütlü bir halkı hiç kimse yenemez!”

Günün en eğlendiren ismi şüphesiz Nuri Harun Tekin’di. Kişisel hikâyesinden yola çıkarak paylaştıkları bir yandan kalbimize dokunurken, bir yandan hepimizi güldürdü.

Ceyda Düvenci, içten anlatımlarıyla #HİKAYENEsahipçık söyleşisinde bizimleydi: “Hikayene sahip çıkmazsan kendine sahip çıkamazsın. Senin hikayen ürettirir ve konuşturur.”

Dijital Topuklar 2021’in kapanışını Kalben’le yaptık. Kalben’le, sohbetimize hazırlık yapmak üzere gerçekleştirdiğimiz toplantımızda, bize çok iyi gelecek bir yarım saatimiz olacağını biliyorduk; ancak böylesini bilmiyorduk. Kalben o gün o salonda (ve canlı yayını izleyen herkese) “Biz ne yaşadık?” dedirten bir yarım saat geçirtti. Hayatın içinden paylaşımları ve eşsiz anlatımıyla o ana tanık olan herkesi büyüledi.

Dijital Topuklar bu yıl, gerek pandemi, gerekse içinden geçmekte olduğumuz ekonomik kriz sebebiyle, alışageldiğimizden daha az kalabalık, ancak umduğumuzdan da öte coşkuluydu. Hibrit etkinliğin avantajıyla salona gelebilenden çok daha fazla insana ulaşırken, yüz yüze birlikteliğin yerini hiçbir şeyin tutmayacağını bir kez daha anladık.

Dijital Topuklar 2021 kayıtları, biz bu yazıyı yazarken hazırlanıyor. Etkinliği canlı seyretmek üzere online bilet almış olanlara, kayıt linki kısa sürede gönderilecek.

Etkinliği o gün izlemek üzere bilet satın almamış ancak şimdi kayıtlara ulaşmak isteyenler için edit’lenmiş kayıtlar çok yakında YouTube kanalımızda olacak. 75 TL’lik bir erişim biletiyle, bu kayıtları izleyebilirsiniz.

Dijital Topuklar 2021’in tüm kayıtları, Eylül 2022’den itibaren YouTube kanalımızda herkese açılacak. O zamana kadar, sadece canlı izlemek üzere online bilet almış olanlar ve edit’lenmiş kayıtları izlemek üzere erişim satın alanlar izleyebilecek.

Bu sene her şeye rağmen ve her şeyle birlikte, dayanışma ve birlikte yürümenin, birlikte sahip çıkmanın ne demek olduğunu daha iyi anladığımız bir sene oldu. Umut veren konuşmacılarımızdan o gün orada bizimle olan gönüllülerimize, teknik ekibimizden Beşiktaş Belediyesi’ne, ve gerek o gün orada, gerekse ekran başımda bizimle olan izleyicilerimizle birlikte, #dijitaltopuklar2021’ı mümkün kılan herkese çok teşekkür ederiz!

#dijitaltopuklar2022’de görüşeceğiz!

Uyandığında

0

“Uyandığında kırmızıydı. Kızarmış ya da güneşten yanmış değildi, dur işaretinin o kesif kırmızı rengini almıştı. İlk önce ellerini gördü. Gözlerinin önünde tutup, gözlerini kısarak ellerine baktı. Birkaç saniye elleri, kirpiklerinin gölgesinde ve tavandan gelen yoğun beyaz ışıkta siyah gibi göründü. Sonra gözleri alışınca, yavaş yavaş geçti göz aldanması. (…) Yirmi altı yıllık yaşamı boyunca elleri bal rengine çalan bir pembelikte olmuştu, yazları koyulaşıp altın bronz bir renk alırdı. Şimdi ise taze kan rengindeydi.”(1)

Çok uzak olmayan bir gelecekte, ABD’de suçlar kategorize edilerek, suçlular işledikleri suçun niteliğine göre deri renklendirme işlemine tabi tutularak cezalandırılır. Hapishaneler boşalmıştır ancak mahkûmiyet sosyal yaşama inmiştir. Kürtaj, cinayetle eşanlamlıdır ve yasaktır. Yasa dışı yollardan kürtaja erişebilen kadınlar, yakalanmaları halinde birinci sınıf suçlularla aynı muameleye tabi tutularak cezaları süresince kırmızı olmaya mahkûm edilir.

Uyandığında, Elizabeth Hannah Payne’nin deri renklendirme işlemine tabi tutulduktan sonra bir ay boyunca gözetim altında kalacağı hücrede ayılmasıyla başlar. Geçen bir aylık süre Hannah için hem on altı yıl boyunca kırmızı olarak yaşamak zorunda olduğu gerçeğini kabullenmeye başlamasının hem de kendisiyle ve sevdikleriyle yüzleşmesinin önünü açar. Hannah’nın annesi ve babası, nüfusun büyük çoğunluğu gibi çağın dinî kabullerine koşulsuz razıdır ve Hannah ile ablası Becca’yı bu kabullerle yetiştirmiştir. Hannah içinde bulunduğu duruma itiraz etse de kürtaj yaptırarak kendi bebeğinin canına kastettiği fikrini reddedebilmesi hiç kolay olmaz. Ancak Hannah’nın günahı (!) bununla da sınırlı değildir, o aynı zamanda evli bir adamla ilişki yaşayarak ondan hamile kalmıştır. Bu bebeği doğurmanın imkânsızlığıyla yüzleşen Hannah, meselenin tüm zorluklarını üstlenerek gizlice kürtaj yaptırmaya karar verir. Kitapta Hannah’nın nasıl yakalandığıyla ilgili detaylı bir anlatıma rastlanmaz. Bunu yazar Hillary Jordan’ın bilinçli tercih ettiği düşünülebilir. Bununla, yasağa rağmen kadınların bir yolunu bularak kürtaj yaptırmaya devam edeceklerini ve yasağın yalnızca meselenin sonuçlarını daha da ağırlaştıracağını vurgulamak istemiş olabilir.

Gözetimde geçirdiği süre sona eren Hannah’nın ailesinin yanına dönme şansı kalmadığından sevdiği adamın ona uygun gördüğü Doğru Yol Merkezi’ne sığınır. Çünkü dışarısı renkliler için tehlikelerle doludur. Öldürülüp yol kenarına atılan, şiddet gören, tecavüze uğrayan renklilerin kim tarafından ve neden bu tür muamelelere maruz kaldıkları soruşturulmaya değer bulunmaz. Doğru Yol Merkezi ise tüm sakinleri için ikincil travmaların yeridir. Burada kadınların hiçbirinin adı yoktur, her biri birer “Yürüyen”dir. Buradaki kadınlar erken yatıp kalkmak zorundadır; azar azar yerler; kalan zamanlarındaysa merkezin ihtiyaçlarını gidermek için yetenekleri ölçüsünde üretimde bulunurlar ve çokça ibadet ederler. Ancak kürtaj yaptıranların bağışlanabilmesi için ödemesi gereken başka bedeller de vardır: Aydınlatıcılar eşliğindeki tasavvur seanslarında kendi diktikleri bebeklerle, hayatta olsalardı onları nasıl bir geleceğin beklediğine dair konuşmalar yapmaya ve doğmamış çocuklarından özür dileyip kendilerini affetmesini istemeye zorlanırlar.

Hannah’nın kurtuluşu ise kendilerine Kasımcılar adını veren radikal bir örgüt sayesinde olur. “Yaşamın Kutsallığı Yasası”nı protesto eden bu örgüt, kadınları özgürleştirmek adına merdivenaltı kürtaj yapmaktadır. Örgüt, Hannah’nın yakalandıktan sonra kendisine kürtaj yapan doktoru ele vermemesi nedeniyle ona yardım etme kararı almıştır. Yol uzun ve tehlikelerle dolu olsa da Hannah’nın bir renkli olarak damgalanmaktan kurtulabilmesi ve kendi yoluna gidebilmesi için vazgeçilmezdir. Bundan sonrası Hannah’nın (Merkez’den arkadaşı) Kayla ile hem birbirlerine hem hayata tutunmalarının mücadelesidir. Ailesiyle, sevdiği adamla, içinde doğup büyüdüğü topluluğun değerleriyle yüzleşen Hannah, kendini bu uzun ve sancılı dönüşümü boyunca yeniden keşfedecektir.

Kadın bedeni, konunun muhatabı dışarıda bırakılarak, pek çok kadının da dâhil olduğu devasa kalabalık tarafından üzerine söz söylenen, denetlenen, sınırlandırılan ve tasarrufta bulunulan meselelerin başında gelir (2). Kürtaj ise kadın bedenine ilişkin tüm bu pratikleri açıkça gözlemlemeye imkân tanır. Hiçbir doğum kontrol yönteminin yüzde yüz koruma sağlayamayacağı göz önünde bulundurulursa istenmeyen gebeliklerin önlenmesi için kürtajın bir gereksinim olduğu kavranabilir.

Ancak kürtaj dünya üzerinde pek çok ülkede anne ile ceninin karşı karşıya geldiği bir mesele olarak ele alınmaya devam ediyor. Yaşama hakkına sahip olmak için annelerinin iki dudağının arasından çıkacak kararı bekleyen masum ceninler ile iffetsiz, vurdumduymaz kadınlar meselenin tarafları olarak tartışmalarda konu ediliyor. Oysa meseleye etraflıca bakıldığında, devletlerin kürtaja ilişkin tutumunun nüfus politikalarıyla yakından ilgili olduğu görülebilir. Sözgelimi genç nüfusunun önemli bir çoğunluğunu savaşta yitirip yaralarını sarmaya çalışan yeni Türkiye’de de 1965 yılına kadar hem kürtaj hem de doğum kontrol yöntemlerinin kullanılması yasaktır; ancak “geçiş dönemi” olarak adlandırılan 1965-1982 yılları arasında kürtaj hâlâ yasak olsa da doğum kontrol yöntemlerinin kullanılması serbesttir. Böylelikle İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya genelinde yaşanan nüfus patlamasından Türkiye’nin de payına düşeni aldığı söylenebilir. Doğum kontrol yöntemlerinin nüfus artış hızını azaltmadaki yetersizliği ve merdivenaltı kürtajın hız kesmeden devam etmesi ise 1983 yılında yürürlüğe giren 2827 sayılı kanun yoluyla kürtajın yasallaşmasına olanak tanımıştır.

2012 yılında dönemin başbakanının “Kürtaj cinayettir, her kürtaj bir Uludere’dir!” çıkışının üzerine (özellikle) devlet hastanelerinde de facto/ fiilî bir kürtaj yasağının işletildiği biliniyor. Yine aynı dönem hazırlanan bir torba yasayla kürtajın ilk dört hafta ile sınırlandırılacağı gündeme gelse de, uygulama hayata geçirilmemiş; ancak kazanılmış haklarımızın her an geri alınabileceği hissini derinden kavramamız sağlanmıştır. (Türkiyeli feministlerin bir kısmının da dâhil olduğu) feminist gündem, bir süredir kürtajın hak temelli savunulmasını sorunlu bularak başkaca adlandırmalar yapmak gerektiğinden söz ediyor. Hem bu söylemler akademinin çeperlerinin dışına çıkarılamadığından hem de muhtemel alternatif adlandırmalar üzerine yürütülecek tartışmalar, gündelik hayatta kürtaja erişebilmenin zorluklarını ortadan kaldıramayacağından kürtajın ne şekilde savunulduğu/ adlandırıldığı bir tarafa bırakılarak çok daha hayati bir mesele olarak kavranması gerekliliği ortaya çıkıyor(3).

Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Uyandığında, son derece titiz bir son okumaya ve nitelikli bir çeviriye sahip. Bana kalırsa feminist distopya olarak da adlandırılabilecek Uyandığında, yalnızca edebiyat okurlarına değil, feministlere de böyle karanlık bir geleceğe uyanmak zorunda olmadığımız günlerde de kürtaj meselesi üzerine düşünmeye ve daha çok söz söylemeye çağrıda bulunuyor.

**

(1) Hillary Jordan, Uyandığında, (Çev. Ö. Yüksel), 5. Baskı, İstanbul, YKY, 2020, s. 9.
(2) Melda Yaman Öztürk, “Ataerkil Kapitalist Toplumda Kadının Bedeni,” Toplum ve Hekim Dergisi, 2012, Sayı: 4(27)
(3) 15 Nisan 2021 tarihli “Her Yönüyle: İsteyerek Gebelik Sonlandırma Webinarı” konuşmacılarından Dr. Araştırma Görevlisi Sedef Erkmen’in kendisine yöneltilen soruya ithafen yaptığı değerlendirmeden.

Modern Zaman Ebeveyni, Ah Şu Romantik Canlı

0

Okuduğum kitapta böceklerin yavrularına bakım vermediklerini, yavrunun dünyaya geldiği andan itibaren dünyadaki tehlikelere karşı tek başına olduğunu anlatıyor ve diyordu ki, “belki de böcekler bu sebeple çok yavruluyorlar. Eğer çok yavru olursa, birkaçının hayatta kalma ve soyun devamı ihtimali artıyor.” Öte yandan keçi, fare ve geyik gibi insan da yeni doğan yavrusuna belirli bir süre bakım veriyor. Fare çocuklarına av stratejilerini, geyik güvenli göç yollarını, kuş uçmayı öğretiyor. Anne-yavru arasında devam eden bu sürecin amacı yavruyu yaşama hazırlamak ve onun hayatta kalma şansını arttırmak. Hayvanlarda yavru bakımı, yavru başının çaresine bakacak duruma geldiğinde kesin bir şekilde bitiyor ve yeni genç hayata atılıyor.

Kitabı okurken bizi -modern insanı- düşünmeden edemiyorum. Toplumlar modernleştikçe insanların daha az çocuk sahibi olmasını mesela. Tüm ilgi, sevgi, kaynak ve dikkatimizi az sayıdaki evladımıza verdiğimizde onların daha iyi bir yaşam sahibi olmasını (hayatta kalmasını) sağladığımız düşüncesiyle mi az ürüyoruz? Peki modern insanda yavru bakımı neden bir türlü bitemiyor? Yirmi yaşındaki çocuğunun sırtına bez koyan, yetişkin çocuğuna tencereyle yemek taşıyan, üniversite öğrencisi çocuğunun durumunu konuşmak için hocasına giden ebeveynler…

Bu soruların cevapları beni aşıyor elbette, sosyologlar, antropologlar dururken. Merakım baki, başka bir konuya kayıyor dikkatim. Hayvanların çocuklarına bakım verdikleri süre boyunca tek amaçları onların hayatta kalma becerilerini geliştirmek: kendini avcılardan nasıl korur, hangi bölgeler güvenlidir, yiyecekler rakip hayvanlardan nasıl gizlenir? Son derece hedef odaklı ve gerçekçi bir süreç. Modern ebeveyne bakıyorum sonra: kendime, size ve diğerlerine. Aklıma kısa bir süre önce bir tanıdığımla yaptığım sohbet geliyor. Kızımla yaşıt çocukları olan tanıdığım diyor ki “O kadar kapalı yaşıyorlar ki pandemi sebebiyle, biraz dünyadan haberleri olsun diye Grammy ödüllerini izlettim geçen gün.” Dinlerken dikkatimi çekmeyen bu sohbet, sonrasında zihnimde uzun uzun yankılanıyor. Biz büyük bir yanlış yapıyoruz. Çocuklarımızın yabancı dil, enstrüman çalma, spor, kodlama, satranç, dans öğrenmesi için yırtınıyor; Prof. Dr. Acar Baltaş Hoca’nın dediği gibi zekanın sadece bir özelliği olan hafızaya dayanan sınavlarda yüksek not almalarını başarı göstergesi sayıyoruz.

Şimdi gözlerimizi kapatıp manzaraya farklı bir yerden bakalım. 2019 yılı temmuz ayında, yani çok değil bir buçuk yıl kadar önce yaşadığımız dünya nasıldı? Konserlerde, restoranlarda, tiyatro salonlarında omuz omuza insanlar; çocukları sabah servise yetiştirme telaşı, hınca hınç pazarlarda ve AVM’lerde alışveriş, uçak ve otobüs yolculukları, kalabalık tatiller. “Bir gün bilinmeyen bir hastalık çıkacak ve evlere kapanacaksınız, çocuklar okula, siz işe gidemeyeceksiniz, üç kişi yan yana olmaya hasret kalacaksınız!” deseler inanır mıydık?

Biz, “modern insan”. İnsanlık tarihinde yaşanan acı ve felaketlerden muaf olduğunu zanneden, geleceğin sadece zihninde canlandırdığı şekilde olabileceğini düşünen ve ötesini hayal edemeyen cahil canlı. Yavrusu birkaç yabancı dil konuşur, iyi okullardan diplomalar alır ve sosyal-sanatsal-sportif becerilerini geliştirirse hayatta başarılı ve mutlu olacağını düşünen naif canlı.

Size büyük yanlışımızı anlatayım mı? Geçen akşam Interstellar’a denk geldim, birkaç yıl önce oynayan güzel bir bilim kurgu. Gelecekte geçen hikayede baba, çocuklarının durumunu görüşmek için okula gidiyor ve öğretmenden oğlunun üniversiteye gitmeyecek şekilde yönlendirileceğini öğreniyor. Kendisi mühendis olduğu için çocuğunun çiftçi olması gerektiğini savunan öğretmene çok sinirleniyor. Öğretmen sakince şunları söylüyor babaya: “Bizim daha fazla mühendise değil çiftçiye ihtiyacımız var. İnsanların ihtiyacı olan şey yiyecek; televizyon değil.”

Birkaç yıl evvel büyük salgınları anlatan filmleri keyifle, büyük bir ütopyaymış gibi izleyen insan değilim ben artık. Duyduğum bu cümle beni derinden sarsıyor ve düşünüyorum. Gelecek gerçekten de bizim düşündüğümüz gibi mi olacak? Yapay zekanın evlerimizi yönettiği, hayatı kolaylaştırdığı, yedek parça organların üretilip insan ömrünün uzayacağı ve bambaşka mesleklerin icra edileceği bir geleceğimiz olacağından emin miyiz? Yoksa iklim değişikliği yüzünden gittikçe kuraklaşan, kıtlıkla, açlıkla, felaketlerle boğuşan bir dünya mı var gelecekte? An itibariyle her şeyimizi ilk senaryoya yatırıyoruz. Çocuklarımızı o dünya için hazırlıyor, o dünyada hayatta kalacak şekilde yetiştiriyoruz. Ya o dünya hiç var olmayacaksa? Ya çocuklarımızın hayatta kalmak için toprağı, suyu, bitkileri, güneşi, yağmuru bilmeleri gerekiyorsa? Ya toprağı beceriyle ekip biçmeleri, hangi iklimde hangi bitkinin yetişeceği konusunda uzman olmaları gerekiyorsa? Ya kısıtlı kaynaklarla yaşamak zorunda kalacakları için örneğin pancarın hem yaprağını hem kökünü nasıl değerlendireceğini, pancardan kaç çeşit yiyecek yapabileceğini, yemekten kalan artığın hayvanlara nasıl yem yapılacağını bilmesi gerekiyorsa? Ya yer altı suyu nasıl bulunur, yağmur suyu nasıl toplanır, su tekrar tekrar nasıl kullanılır bunu bilmek hayati olacaksa? Ya saf ebeveynleri gibi fay hattı üzerine kurulmuş, sular yükselince yok olacak deniz kenarı şehirlerde değil de dağlarda tepelerde bir yaşam inşa etmesi gerektiğini bilmesi gerekiyorsa? Teknolojik aletler olmadan yön bulması, kendisini ve ailesini sıcak tutması, hastalanan sevdiğine bitkilerle nasıl yardımcı olabileceğini bilmesi gerekiyorsa? Asıl gereken hayvanlarla, bitkilerle bölüşerek, beraber yaşamayı bilmekse ne olacak?

Bu düşüncelerle boğuşurken “Bal Ülkesi” diye bir film izliyorum. Dağ başında yaşlı annesiyle beraber yaşayan ve tüm geçimini arıcılık yaparak sağlayan bir kadının hikayesi. Bir gün yandaki araziye kalabalık bir aile yerleşiyor ve onlar da arıcılık yapmaya başlıyorlar. Kahramanımız bal hasat etme zamanı geldiğinde yeni arıcı olan komşusuna diyor ki “Balın tamamını almayacaksın, balı arılarla bölüşeceksin, yoksa sen de aç kalırsın, arılar da”. Aç gözlü komşu onu dinlemiyor ve daha çok kazanç için balın tamamını alıyor. Sonuçta hepsi aç kalıyorlar.

Çocuklarımıza bu anlayışı öğretiyor muyuz? Onlara (toplumsal düzenin dayattığı kız-oğlan ayrımı olmadan, çünkü yaşam var olma savaşında cinsiyete bakmıyor) kendilerine kıyafet dikmeyi, örgü örmeyi, evdeki ufak tamiratı yapmayı, turşu kurmayı, yoğurt mayalamayı, sirke yapmayı öğretiyor muyuz?

Bana sorarsanız, amacımız diğer tüm canlılar gibi, çocuklarımızın hayatta kalma şanslarını arttırmak ve rahat bir yaşam sürmelerini sağlamaksa etraflıca düşünmeye başlamamız gerekiyor. Modern zaman ebeveyni de yavrusu da modern dünyanın aniden geçmişte kaldığı bir senaryoda hayatta kalamayacak. Ben bunun olmayacağından emin değilim. Bir anne olarak geleceğin nasıl şekilleneceğini bilemesem de ihtimalleri düşünüp, yavrumun bilgi ve becerilerini ona göre arttırma şansım var. Sadece okul başarısı, yabancı dil, dans, yoga ve kodlama ile olacak iş değil, bunu görüyorum. O yüzden atalarımızın öğrenerek büyüdüğü her şeyi, önce kendim öğrenip sonra çocuğuma öğretmeye niyetliyim. Bu yazıyı sevgiyle uzatılmış dostça bir tavsiye olarak okumuş olmanızı ve “en akıllı canlı biziz” yanılsamasından tez zamanda kurtulup, fareler kadar bilge olabilmemizi dilerim.

Photo by Magdaline Nicole from Pexels

1 Kasım’a Doğru Geri Sayarken…

0

Dijital Topuklar’ın altıncısı, bu yıl da yine 1 Kasım’da, ilk kez hibrit olarak gerçekleşecek. #sahipçık teması adı altında, Bedenine, Hikâyene, Eğitime, Haklarına, Hayallerine, Siyasete, İçeriğine sahip çık diyeceğimiz zirvemizin ayrıntıları zirve sayfamızda.

Bu yazımızda, her yıl bu zamanlarda aldığımız Sıkça Sorulan Sorular’ın bir derlemesini yapmak istedik.

Dijital Topuklar neden 1 Kasım’da oluyor?
Çok karışık bir sebebi yok aslında… İlk yola çıktığımız yıl, uygun olan gün 1 Kasım’dı. Ondan bu yana, hafta içi de olsa, hafta sonu da, hem akılda kalması açısından, hem de bir nevi “1 Kasım Dijital Topuklar Günü” yaratmak istediğimizden, tarihimizden vazgeçmedik. 1 Kasım’ın hafta içine rastlamasının, tam gün çalışan ve izin alamayan kişiler için sorun yarattığını biliyoruz. Aynı şekilde, hafta sonları da çocuklarını bırakamayan ebeveynler için sorun olabildiğinin farkındayız. Dolayısıyla, hafta arası izin alabilenlerin gelebilmesini (ya da, daha da iyisi, bunu bir “eğitim/seminer gerekçesi olarak görmelerini), hafta sonuna denk gelmesi halinde gerekirse çocuklarıyla birlikte gelebilmelerini umuyoruz. Yaşasın 1 Kasım Dünya Dijital Topuklar Günü!

Neden biletli bir etkinlik?
Dijital Topuklar bir sivil toplum kuruluşu değil, iki girişimcinin ortaklaşa yürüttükleri, yüksek maliyetli bir girişim. Her ticari girişim gibi faaliyetlerine devam edebilmesi için bir gelir modeli olması gerekiyor; ancak bunu, ana eksenimize “fayda”yı koyarak yapıyoruz. Ayrıca her yıl bilet gelirlerimizin bir kısmını belirli STK’lara bağışlıyoruz. Geçmişte Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu ve ALİKEV’i desteklemiştik; bu yıl da, her konuşmacımız adına, onların seçeceği bir STK’ya bağış yapacağız.

Konularınızı ve konuşmacılarınızı nasıl belirliyorsunuz?
Her yıl, konuşmak istediğimiz konuları bir tema etrafında topluyoruz. Geçmişte #beniseviyorum, #tutkunubul, #cüretet ve #gücünügör demiştik; bu yıl da #sahipçık’acağız. Konuşmacılarımızın, belirlediğimiz konuları farklı bakış açıları ile en anlamlı ve fark yartacak şekilde konuşabilecek kişiler olmasına özen gösteriyoruz.

Online Bilet ile Mekanda Bilet arasında ne fark var?
Online bilet size 1 Kasım’da etkinliği dilediğiniz yerden seyretme imkânı veriyor; ayrıca sonrasında, size özel gönderilecek şifreyle YouTube kanalımıza yüklenecek videoları da dilediğiniz zaman ve dilediğiniz kadar seyredebiliyorsunuz. Mekanda Bilet, adı üstünde, etkinliğimizi o gün mekanda seyretmenize fırsat tanıyor. Online biletlerimiz 1000 kişiyle sınırlı, mekan ise -pandemi önlemlerinden dolayı yarı kapasiteyle sınırlı olduğundan- 317 kişiyi geçemiyoruz; dolayısıyla mekan biletleri daha çabuk tükenebilir.

Tüm içeriğe ve konuşmacı listesine nereden ulaşabilirim?
Zirve sayfamızdan: zirve2021.dijitaltopuklar.com

Dijital Topuklar’ı duyuyorum ama arkasında kim var bilmiyorum. Kimsiniz?
Dijital Topuklar’ın iki yarısı var: BlogcuAnne.com blogunun yaratıcısı Elif Doğan ve UykusuzAnneler.com platformunun kurucusu Perihan Çıragöz. 10 seneden fazla bir süre önce, annelik üzerinden yazıp çizerken karşılaşan Elif ve Peri, bundan 6 sene önce bir araya gelip bu platformu kurdular ve ondan bu yana her yıl 1 Kasım’da belirli bir tema altında bir araya geliyor ve getiriyorlar. Geçmiş zirvelerimizi, sayfanın üst kısmındaki “Zirve” bölümünde inceleyebilirsiniz.

Dijital Topuklar bir kadın etkinliği değil mi? Neden erkek konuşmacı var?
Dijital Topuklar, her ne kadar dijitalde var olan kadınları ve kadınların dijitaldeki temsillerini konuşmak üzere yola çıkmış olsa da, tüm içeriklerini feminist bir bakış açısıyla ve toplumsal cinsiyet eşitliği ekseninde yürüten bir platform. Bu dünyada sadece kadınlar olarak yaşamadığımız için, halihazırda içinde bulunduğumuz sorunları tek başımıza yaratmadığımız ve tek başımıza da çözemeyeceğimiz için etkinliklerimizi sadece kadınlar üzerinden kurgulamıyoruz. bell hooks’un da dediği gibi “Biz kadınların gücümüzü erkeklerin olmadığı, erkeklerle bağımızı inkâr ettiğimiz bir dünyada bulacağımız kurgusu, yanlış bir feminizm kurgusudur. Hayatımızda erkeklere ihtiyaç duyduğumuzu, istesek de istemesek de erkeklerin hayatımızda olduğunu, erkeklerin ataerkiye karşı çıkmasına ihtiyaç duyduğumuzu, erkeklerin değişmesine ihtiyaç duyduğumuzu konuşabildiğimiz zaman gücümüzü tam anlamıyla elde etmiş oluruz.”*

Çocuğumla/bebeğimle gelebilir miyim?
Evet, gelebilirsiniz. Tek endişemiz sahnedeki ses ve ışığın zaman zaman bebekleri/küçük çocukları rahatsız edebilme ihtimali… Bunun dışında, çocuğunuzla geldiğiniz için kimsenin rahatsız olmayacağı ve hatta normalin üzerinde yardım alabileceğiniz konusunda sizi temin ederiz.

Mekânda pandemi önlemleri nasıl?
Girişte aşı sertifikası ya da son 48 saat içinde yapılmış negatif PCR testi isteyeceğiz. Salon yarı kapasiteyle (317 kişi) sınırlı olacak; birer boşluk bırakarak oturulacak. Salona yiyecek/içecek girişi olmayacak; fuayede ikram yapılmayacak; katılımcılar Süleyman Seba Kültür Merkezi’nin kafesinden yiyecek/içecek satın alabilecekler. Etkinlik boyunca gerek salon, gerek fuayede maske kullanımı zorunlu olacak.

Yeme içme seçenekleri nedir?
Geçmiş yıllardan farklı olarak, Sağlık Bakanlığı’nın pandemi önlemleri kapsamında, bu sene yiyecek-içecek ikramı olmayacak. Katılımcılar Süleyman Seba Kültür Merkezi’nin kafeteryasından yiyecek-içecek satın alabilecekler.

Etkinliğe katılamayacağım ancak destek olmak istiyorum, ne yapabilirim? 
Askıda bilet satın alabilirsiniz. Üniversite öğrencilerini önceliklendirmekle birlikte, bilet ücretini karşılamakta zorlanan izleyicilerimize kontenjanımız doğrultusunda askıda bilet veriyoruz.

Gönüllü olmak istiyorum, ne yapabilirim?
Etkinliğimizin profesyonel bir organizasyon şirketi tarafından üstlenilmekle birlikte her yıl gönüllülerden de destek alıyoruz. Gönüllülük hakkında daha fazla bilgi almak isterseniz bize yazın: iletisim@dijitaltopuklar.com.

Sponsorluk konusunda nasıl ilerleyebiliriz? 
iletisim@dijitaltopuklar.com‘a yazabilirsiniz. Dijital Topuklar’ın ilkeleriyle bağdaşan, bağımsız içeriğinin daha geniş kitlelere ulaşmasını desteklemek isteyen markalarla işbirliği yapabiliyoruz.

Sponsor olmayacağız ancak destek olmak istiyoruz, ne yapabiliriz?
Toplu bilet satın alabilirsiniz. Kurumsal toplu bilet alımlarında indirim yapıyoruz. Ayrıntılı bilgi için bize yazın: iletisim@dijitaltopuklar.com.

O gün katılamayacağım, askıda bilet de alamayacağım ama uzaktan verebileceğim bir destek var mı?
Mutlaka vardır. Bize yazın: iletisim@dijitaltopuklar.com.

 

* bell hooks, Değişme İsteği – Erkekler, Erkeklik ve Sevgi, bgst Yayınları, s.14