Bir süredir yazmaya niyetlendiğim yazıyı her seferinde “bu konu olmaz, bu hiç olmaz, herkes bunu biliyor zaten” diyerek erteledim ve kendi kendimi eledim. Ta ki Dijital Topuklar takipçilerinin geçtiğimiz günlerde düzenlenen ilk fiziki buluşmasına misafir olana dek.
Birbiriyle deneyim alışverişine gelmiş bir avuç kadın tanışıp konuşuyordu. Aralarından hayat hikayesi pek çok kişiye ilham olabilecek, güzel, akıllı birisinin; içine sıkışmış ufak sesiyle anlattıkları hepimizi duygulandırıyor ve yaşadığı zorlukları dingin kabullenişi bizi kendisine hayran bırakıyordu. Onun çekingen konuşmalarında kendi kendine koyduğu sınırları dinlerken, yazmayı daha fazla ertelememeye karar verdim. Birbirine tek kelime dahi etmemiş yabancı iki kadın olarak havaya asılan sözcüklerde buluşan ortak hallerimiz, bazen garipsediğimiz iç dünyamızda yalnız olmadığımızın ispatıydı ve ne kadar da rahatlatıcıydı. İkimizi de yapmak istediğimiz şeylerden geri tutan her ne ise, belki yazdıkça çözerdik.
Adım Pelin Onat. Yirmiyi aşkın yılımı reklamcılık sektörünün bulaşıcı hastalığı mükemmeliyetçilik sendromundan muzdarip biri olarak geçirdim. Son yedi yıldır ajanslarda çalışmak yerine, kendi işimi yapıyor ve markalara iletişim danışmanlığı veriyorum. Bu düzen değişikliği elbette ki güle oynaya olmadı.
Hayatımın uzun bir dönemi heplik hiçlik tuzakları içinde geçti; bir diğer deyişle “Ya en iyisi olsun ya hiç olmasın” diyerek… Sıradanlık, rutin gibi kelimeleri duyunca ürperiyordum. Ben yaparsam en iyisini yapmalıydım, daha önce hiç duyulmamış fikirlerim olmalıydı, en sıra dışı rotalara seyahat etmeliydim, en etkileyici sunumu hazırlamalı, en yeni trendleri takip etmeli, hiçbir hataya izin vermemeli, mutlaka karşımdakini şaşırtmalıydım, o ödül bizim olmalıydı… Reklamcılık insanda büyük oynama, büyük kazanma hırsını besliyor; ve bu hırs hayatın tamamına fark ettirmeden sızıveriyor. Yorulmuştum.
Sonra yıllar içinde far kettim ki (bu fark edişlerin vesileleri ayrı birer yazı konusu) bunların hepsi gerçekte kendimizi başkalarına beğendirmeyle, değer görmekle, övgüyü toplamakla ilgili – karşımızda iletişim kurduğumuz kişinin gerçek ihtiyacını karşılamakla ilgili değil. Halbuki yaptığımızı söylediğimiz iş iletişimin ta kendisiydi.
Hem kendi birikimimi kullanabileceğim, hem de butik ölçekte, markalarla samimi ilişkiler kuracağım ticari bir yapı olamaz mıydı? Hayatım, beklentilerim, beğenilerim sadeleşirken iş hayatımın da aynı rotada değişmesi mümkün müydü? Eğer denemeye cesaret etmeseydim hiçbir zaman mümkün olduğunu bilemeyecektim.
Şöyle bir durup geriye baktığımda, eksik taşlar tıkır tıkır yerine oturdu. Gördüm ki büyük projeler, büyük kazançlar içinde birbirimizle yarışırken karşımızdakinin ihtiyacını en basit şekilde çözmeyi küçümsemişiz. Hep en karmaşık görüneni yapmaya gönüllüymüşüz de, kolay görünen işe burun kıvırmışız. Egomuzu öylesi okşadığı için…
Karmaşık olanı bir anda yapmak zor olduğundan, hep ideal zamanı bekleyip çözümü ertelemişiz. Erteledikçe problemi büyütmüşüz, büyüdükçe problemden iyice kaçmışız. Bu sarmal böyle devam etmiş. Halbuki kaçmakla hiçbir problemden kurtulamıyoruz. Bütün kavgamızı başkalarıyla vermek üzere silah kuşanırken, en büyük düşmanımız olan kendi egomuzu görmezden geliyoruz. O kendini, yaptıklarını, bildiklerini çok önemseyen halimiz, aslında huzuru bizden uzaklaştırıyor ve bizi atıllaştırıyor.
İşte Dijital Topuklar buluşmasında o yazmasını ve deneyimlerini paylaşmasını çok dilediğim genç kadınla bizi buluşturan tam da buydu: Kendi kendimize kurduğumuz mükemmellik tuzakları.
Peki aklı selim biri bu kötülüğü kendine neden yapar? Kendini acımasızca dış dünyayla kıyasa soktuğu için. İnsanı yetersiz hissettiren konu, kıyası yanlış yerle yapması. Başkalarıyla kıyasa girdiğimizde sahte inançlarımızı besleyecek örnekleri mutlaka bulur, hep kaybederiz. Bizden daha akıllısı, daha cesuru, daha güzeli, daha zengini mutlaka vardır ve kendimizi hiçbir zaman yeteri kadar iyi hissedemeyiz.
Nihayetinde neye inanıyorsak o oluruz. İnandığımız şey gerçek olsa da olmasa da, hayatımızı belirler.
Eğer fikirlerimizin dinlenmeye değer olmadığını düşünüp yeterince mükemmel bulmazsak, başkalarının onları beğenme seçeneğini kendi kendimize eleriz.
Oysa gerçek kıyas dünümüzle bugünümüz arasında kendimizle yapacağımız kıyastır ve gerçek başarı dünümüze göre bugün daha güçlü ve mutlu olabilmektir.
Dün sorun yaşadığımız o ilişkide ilk uzlaşma adımını atarak, bir kavgada ilk gülümseyen olarak, anlatmak isterken dinlemeye başlayarak, bir kitabın ilk cümlesini yazarak nihayetinde hedefimize varabiliriz. Adım adım…
En az başkalarına olduğu kadar kendimize de merhamet etmemiz gerek. Herkes kendi inandığı yolda yürürse mutlu, iş hayatı nerede şekillenmiş olursa olsun dününe göre hedefine bir adım yaklaşmışsa herkes başarılı. İlla adımızı altın harflerle yazdıracak bir buluşa imza atmamız gerekmiyor. Küçük adımlarla dünümüze göre bugün bir arpa boyu yol daha ilerlemek… Tüm odağımızı buna çevirdiğimizde, dünyamız da değişiyor.
Öğrendim ki asıl başarı basite yeterince önem verebilmekte. Çünkü ne başlangıçta atılacak o ilk adım olmadan yolculuğu tamamlamak mümkün, ne de yazılacak o tek cümle olmadan bir kitabı bitirmek. Yapacağımız hiçbir şeyin mükemmel olmasına da gerek yok, sadece bizi yansıtsın yeter. Sevdiğim bir arkadaşımın atölyesinde duyup kalbime yerleştirdiğim söz şöyle diyor: “Sadece en güzel sesi olan kuş ötseydi, orman çok sessiz bir yer olurdu.”
Basit olanın kıymetini deneyimlediğimizde, göreceğiz ki hayatın her alanında hedefimiz doğrultusunda dünümüze göre bugün atacağımız küçük adımlar bizi mucizelere taşıyacak.
Hayatın sıradanlığı içindeyken, her gün oturduğumuz ofisteki masamızda mutlu kalabilmeye başlayacağız. Karşımızdakine nasıl fayda sağlarım diye düşünecek, yaptığımız işe (mecbur olmamamıza rağmen) küçük bir artı değer ne katabiliriz diye araştıracağız. Çünkü sadece kendi dünümüze göre daha iyi olmak için yarışacağız ve bunu adımlarımızda ısrarcı olarak yapacağız.
Tam da bu yüzden; Mükemmellik tuzağının çözümünün küçük adımların sihrinde olduğuna inanıyorum. Bir hedefe yöneldiğimizde atacağımız ilk ve son küçük adımın sihrinde.
Sıradanlığın içindeki küçük mucizelerde.
Japon estetiğinde mükemmeliyetçilik karşıtı görüş olarak özetlenen Wabi Sabi anlayışının dinginliği hepimize iyi gelecek. Bu da bir sonraki yazının konusu olsun.
Hepimizin kendi hayatı için bugün yapabileceği bir şeyler var.
Şu an kendimize sorsak: Dünümüze göre yarın bizi daha güçlü kılacak o küçük adım ne? Bu adımı atmaya cesaret edecek miyiz?
♦
Ne güzel bir anlatım! Bir sonraki yazınızın konusu da ilgimi çekti. Ne zaman yayınlanacak?
Böyle yaratıcı cümleler içimi şenlendiriyor 🙂 Zihninize sağlık.