Ana Sayfa Blog Sayfa 76

“Dijital projeler platonik aşk gibi başlıyor!”

0

Dijital çağda markaların ayakta kalabilmesi için, hedef kitleyle buluşacağı alanları ve kullanacağı dili belirlemek hayati önem taşıyor. Bu alanda hizmet veren kuruluşlar da artık neredeyse her gün değişebilen trendleri ve hedef kitleleri takip ederek güncelliklerini koruyabiliyorlar.

Türkiye’de uzun yıllardır iletişim danışmanlığı alanında hizmet veren Artı İletişim Yönetimi’nden Pelin Arslan’a dijital dünya gündemini ve buradan kitlelere ulaşmanın inceliklerini sorduk:

Bir ajans olarak markalarınız için etki lideri seçiminde nelere dikkat ediyorsunuz?
Son yıllarda yaşanan dijital dönüşümle birlikte etki liderleri, beklenmeyen bir büyüme hızıyla iletişimin çok önemli bir parçası haline geldi. Tabii bizim gibi iletişim danışmanlığı hizmeti veren ajanslar için de her zaman olduğu gibi marka, strateji ve hedef kitleden oluşan iletişimin sac ayaklarını dengede tutabilecek partnerlikler kurmak ilk kriter.
Etki liderleriyle bir iletişim yürütmeye karar verdiğimizde duruma sadece takipçi odaklı yaklaşmıyoruz. “Etkileşimi nasıl, marka ile uyumlu bir dili var mı, markanın hedef kitlesiyle buluşmasını sağlayabilir mi?” gibi birçok soruya cevap arıyoruz. Bu sorulara olumlu cevap bulabiliyorsak hemen iletişime geçiyoruz. Etki liderinden de aynı pozitif bakışı bulduğumuzda en doğru zamanda harekete geçiyoruz. Yani her zaman doğallığın, samimiyetin peşinden koşuyoruz.

Dijital projelerde başarıyı nasıl ölçümler ve tanımlarsınız?
Dijital projeler aslında birer platonik aşk gibi başlıyor. Önce ulaşmak istediğiniz hedef için bir hayal kuruyorsunuz, sonra tam da platonik bir aşığın yaptığı gibi sevdiğinizin yaşamını mercek altına alıyorsunuz. Yani tam da “stalklamak” dediğimiz şey! “Acaba şu an ne yapıyor? Ne yapsam onun dikkatini çekerim? Nerelerde takılıyor? İlgi alanları neler?
Kafamızda deli sorularla ulaşmak istediğimiz hedef kitleyi yakın markaja alıyoruz ve sonunda edindiğimiz bilgilerle hayalimizi en süslü ve dikkat çekici hale getirip sevdiğimizin karşısına çıkarıyoruz. İşte o an aşk başlamışsa, başarılı olmuşuz demektir!
Doğru yerde, doğru zamanda, doğru kişiye ulaşmak başarının sırrı. Tabii ki somut bir değerlendirme için medya ölçümlemeleri devreye giriyor.

Markaların yanlış içerik ve etki lideri seçimlerinde nasıl yönlendiriyorsunuz?
İletişim danışmanı olarak durduğumuz yer bu açıdan çok önemli. Artı İletişim Yönetimi olarak hizmet verdiğimiz markalarla kurduğumuz karşılıklı güven sayesinde bu tarz durumları yönetmemiz daha kolay oluyor. İlk cevapta da değindiğimiz gibi markalardan gelen talepleri doğru yer, doğru kişi, doğru zaman gibi noktalarda uyarıyoruz ve ne olması gerektiği ile ilgili çözüm üretiyoruz. Seçimlerin yanlış olduğunu söylemekle kalmıyor alternatif önerilerde bulunuyoruz.

Dijital projeler, geleneksel medya çalışmaları ilişkisini nasıl görüyorsunuz? Herkes dijitale bir şey yapıyor mu?
Dijital dünyanın durdurulamaz büyüklüğü ve oyun alanı sağlaması herkes için çok çekici bir hal almış durumda. Dijital alana özel olarak geliştirilmiş ölçümleme programları, spesifik hedefleme yapabilme olanaklarının cazibesi tartışılmaz. Bu avantajları kullanmak ve trendleri yakalamak isteyen markalar da dijitale adım atıyorlar. Ayrıca “yenilikçi” olmanın yolunun dijitalden geçtiğini anlayanların oranı da yadsınamaz. Yaptığımız hiçbir işin tek bir dinamiği yok, bu yüzden de geleneksel ve yeni medyanın kol kola gitmesi gereken birçok zaman yaşıyoruz.

Dijitale uzak duran markalarınız var mı?
Onlar dijitalden uzak dursa, dijital onlardan uzak duramıyor!
Marka yetkilisi bile olsanız birey olarak özel hayatınızda başka markaların hedef kitlesi içerisinde bir yerlerde yer ediniyorsunuz ve etrafınızda dönen dünya sizi hedefleyen dijital dünyadan etkileniyor. Bu nedenle de dijitalden ne kadar korkan bir marka da olsa trendleri takip etmek ve atıl kalmamak için açılmak durumunda kalıyor. Burada ajansların payı ve emekleri çok büyük. Bir marka dijitalden korkarak yıllardır emek verdiği markasını hiç bilmediği başka bir kuruma, yani ajansa emanet ediyor. Bir süre gözü arkada kalıyor ama verim aldıkça güveni artıyor. Yani aslında her ne kadar uzak duran bir marka dahi olsa, dijitalden fayda gördüğü an işler değişiyor.

 

Örnek Alınası Köy Kahramanı: Zümran Ömür

0

Orada bir köy var uzakta!  Kars’ın Boğatepe Köyü…

Boğatepe, eski adıyla Büyük Zavod Köyü, Kars’a yaklaşık bir saat uzaklıkta, meşhur Kars gravyerinin üretildiği tek köy.

İlhan Koçulu’nun 2007 yılında Boğatepe Çevre ve Yaşam Derneği’ni kurmasıyla birlikte köyün kaderi değişmiş. Bu değişimde köyün kadınlarının emeğinin ve azminin katkısı çok büyük.

Bu ayki ilham veren topuk, Zümran Ömür de işte o kadınlardan biri.

Boğatepe köyünde 650 bitki türü olduğu söyleniyor ve bitki literatürünü iyi kavrayabilmek için köylü kadınlar tam 1 sene boyunca Fransızca eğitim alıyorlar. Fransızca dışında sağlık ve beslenme kursları da alıyorlar. Hindistan’dan gelen Vinot Kumar isimli bitki doktoru ile birlikte çalışarak köylerindeki endemik bitki türlerini öğreniyorlar. Sonrasında bu bitkiler Türk uzmanları tarafından inceleniyor ve doktorlar, bu bitkileri nasıl kurutmaları gerektiğini ve tıbbi değeri olan kremleri ve yağları nasıl üreteceklerini Zümran Ömür ve ekibine öğretiyor.

Peki kimdir Zümran Ömür?

46 yıl önce Kars’ın Selim İlçesi’nde dünyaya gelmiş. İlkokul 5’ten sonra okulu bırakmış ve 13 yaşında görücü usulü ile bir akrabasıyla evlenmiş. 3 çocuğu var. Kocasıyla birbirlerini çok sevdiklerini belirtmesine rağmen erken evliliğe karşı.

Derneği kurmadan önce inek besleyerek yaşamını sürdürüyormuş. Dernekte İlhan Koçulu ile birlikte eş başkanlık yapmaya başlayan Zümran Ömür, 45 kadınla birlikte birçok projeye imza atmış. Söz konusu projeler kapsamında bir yandan köyde Ekolojik Peynir Müzesi ve Bitki Müzesi kurulurken, diğer taraftan gravyer ile kaşar peynirinin tanıtımına yönelik çalışmalar başlatılmış.

Köyde dernek kurulmadan önce ev ile ahır arasında gidip gelen, akşamları televizyon karşısında izledikleri dizilere özenip batıya göç hayali kuran kadınların çoğunlukta olduğunu anlatıyor:”2000 yılında köyümüzün minibüsü tır ile çarpıştı ve araçtaki 23 kişi öldü. Kazadan sonra köy göç vermeye başlamış, üretim durmuştu. Her yerden kadınların ağıtları yükseliyordu. Köyümüz için ne yapabiliriz, kadınları tekrar hayata nasıl döndürebiliriz diye çok düşündük. Aklımıza dernek kurmak geldi. Kurulan dernekle yeniden hayata tutunduk.”

“Kadın, erkeğin önünde veya arkasında değil yanında olsun istedik!”

Bu projeyi bitki türlerinden ziyade, çoğu henüz köyden bile çıkmamış olan kadınların toplumda yer alması, kendi ayakları üzerinde durması, erkeğin arkasında değil; yanında yürüyen bireyler olmalarını sağlamak amacıyla başlattıklarını tüm röportajlarında belirtiyor ve ekliyor: “Atatürk bize seçme ve seçilme hakkımızı vermiş, evde mi otursaydık!”

Zümran, ekoturizm de yaptıkları için köy derneğinde, kadınlarla faaliyetlerini ve ürettikleri ürünleri bazen Fransızca konuşarak anlatıyor. Köyüne gelen turistlerden birinin cep telefonu kayıttayken, proje ve dernekleri ile ilgili yaptığı Fransızca-Türkçe konuşması internette yayınlanınca sosyal medyada fenomen haline geliyor.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın 8 Mart Dünya Kadınlar Günü nedeniyle düzenlediği, ‘Türkiye’ye Enerji Veren Kadınlar’ töreninde “Yılın Girişimcisi’ ödülünü alan Zümran Ömür şu sözleri ile de hepimize ilham vermeye devam ediyor:

“Her kadın kendi ailesini ayakta tutarsa Türkiye iyi yerlere gelir. Doğru düzgün erkek çocuk yetiştirelim. Ayakları üzerinde durabilen kız çocukları yetiştirelim. Kimse ‘Ev kadınıyım’ diye eve girmesin. Gerekirse evde örgü örsün ama para kazansın. Ayakları üzerinde dursun.”

Kaynaklar: hurriyet.com.tr, milliyet.com.tr, bbcturkce.com, haberturk.com

Bu web sitesinin içeriğinin sorumluluğu tamamıyla Dijital Topuklar’a aittir ve sponsorun görüşlerini yansıtmamaktadır.   

Alkali Oldum Ben Anne!

0

Ayın İçerik Kraliçesi’nin Mayıs 2018 konuğu, beslenme konusunda farklı bir bakış açısıyla ortaya koyduğu içerikleriyle dikkat çeken Gözde Aral Ocak.

Gözde, sen kimsin?
Ben, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler mezunu olup, 2005 yılından beri Drama öğretmenliği yapmış, kitap çevirmiş, kurumsal eğitimler vermiş, (önümüzdeki aylarda basılacak olan) bir resimli çocuk kitabı yazmış, çiğ beslenme eğitimi almış; ve ömrü boyunca “Sevdiğim işi yapıyorum, bir de üstüne para veriyorlar” hissini kaybetmeyecek şekilde çalışmayı düstur edinmiş bir birisiyim.

Alkali nedir ve sen neden alkali oldun?
Aslında bizzat ben “alkali” değilim, beslenme şeklim alkali. Instagram hesabına isim seçerken 350 takipçiyi aşabileceğini öngörmemenin sonuçları işte bunlar!

Son 10-12 yıldır beslenme üzerine okuyup araştırıp, farklı beslenme şekillerini deneyimleyerek nihai kararımı alkali beslenmeden yana verdim. Çünkü sanıldığından çok daha esnek, uygulanabilir ve sağlıklı bir beslenme şekli. Yıldırmıyor, bezdirmiyor. Aralarda sapıtsam da, 10 aydır temiz beslenme benim normalim.
Buna nasıl karar verdiğime gelince; geçen sene bahar başında bağışıklığımın çökmesiyle, alerjiden enfeksiyona bir süre hastalıklardan kurtulamadım. Yaz başında bir de vertigo atlattım. O dönemde yakın çevremden gelen iki kanser ve bir kalp krizi haberi de üzerine mum dikti. “3 yaşındaki oğlumun sağlıklı bir anneye ihtiyacı var, artık kendime daha iyi bakacağım ben” dedim, ve olaylar gelişti.

Alkali olmadan önceki hayat nasıldı?
Cheesecake’ten kaldırdığım kafamı profiterole gömüyordum! Şaka değil. Tüm günü tatlıyla geçirebilecek bir potansiyelim var. Beni tanıyan herkes yumuşak karnımın tatlı olduğunu bilir. Onun dışında yemekle ilgili büyük bir derdim yoktu. Ekmek zaten yemezdim. Paketli gıda, meşrubat, tavuk senelerdir tüketmiyordum. Özetle, genel anlamda kötü şeyler yemeyen, ama yapıldığı gün 1 tencere aşureyi bitirerek midesini bozabilen bir şuursuzdum.

Seni kimler, neden takip ediyorlar?
@blogcuanne takip etmiyor mesela. Neden bilmiyorum 🙂 Takip edenlere gelince, Instagram verilerine göre %90’ı kadınlardan oluşan bir grup. Sanılanın aksine, sağlıklı beslenme mevzularına kafa yoranların yanında, karışık kızartmaya ekmek banarken beni okuyanlar da var. Zira ömür kereviz sapı kemirerek geçmeyeceği gibi, ben de sadece “alkali” değilim. Çokça gözlem yapan, ayrıntılara takılan, bol bol serbest çağrışan, gülmeyi seven, ve kendini en çok yazarak-ama upuzun yazarak-ifade eden bir kadınım. Bu enerjiyi sevenler takip ediyor beni.

Sebze suyu sıkıcı değil mi? Gerçekten 🙂
İki gözüm önüme aksın ki değil! Ve hatta bir süre içmediğimde eksikliğini hissediyorum. Bayağı seviyorum namussuzu! Yani evet, eskiden de sebze seven biriydim ama böyle de değildim. Zamanla evrildim. Sırf alkali besleneyim diye bardak bardak sebze suyu içerek başlamadım bu işe. Hatta ilk 3 ay sırf üşendiğimden sebze sıkmadım. Kimseye de küt diye her şeyi bir anda yapmayı önermiyorum. Sindire sindire bedeni alıştırmak ve alışkanlığa dönüştürmek asıl mesele. Bende olan tam da bu. Hep dediğim gibi, Everest’ten önce evin önündeki dik yokuşu mu tırmansak?

Sen kimleri takip ediyorsun?
Zeki, eğlenceli, ufkumu açan, ilham veren, ve sıradan olmayanları…

Bir gün mazallah Instagram’ın başına bir şey gelse en çok Hande’yi (@hihieved) okuyamayacağıma üzülürüm. Şu mecrada açık ara en sevdiğim, takip etmeye başladığımda “neden daha önce bilmiyordum ben bu kızı” diye hayıflandığım, dünya tatlısı kadının, şahane hesabı. Hastasıyım.

Hamileliğim sırasında keşfettiğim ve belki de hayatımda ilk defa düzenli blog takip etmeme vesile olan @blogcuanne’yi (merhaba Elif, bak yine sen!) de hemen hiç kaçırmadan blogdan, Facebook’tan veya Instagram’dan okuyorum. Çok düzgün, ve çok tatlı bulduğum güzel kadınlardan biri o.

@nilkaraibrahimgil var bir de, o da senelerdir “Ya arkadaşım olsa kesin çok eğlenirdik” ve “Vay be ne güzel şeyler yapıyor kadın” kategorisinde listebaşı.

Daha onlarca sevdiğim kadın (ya evet, çoğunlukla kadınlarla derdim) var buralarda ama hangisini yazsam bir diğerine ayıp ederim. Bu en “influencer”lar ismen görünsün, diğerleri zaten kendilerini bilirler.

İçeriklerini neye göre belirliyorsun?
Hayata…

Hesabı açtığımdan beri profilimin demirbaşı şu cümle: “Biraz günlük, biraz motivasyon, biraz da blog, #yersen.”

Başıma ne geliyorsa, canım ne istiyorsa, içime ne siniyorsa onu yazıyorum. Kimseyi memnun etme, kimseye hitap etme gibi bir kaygım yok. Ben neysem oyum, beğenen okur, beğenmeyen unfarov 🙂

Hesabın ve içeriğin için uzun vadeli planların, hedeflerin neler?
Bu hesap, adından da anlaşılacağı üzere (insan annesine hitaben hesap adı alır mı ya?), başından beri pek öyle hesaplı kitaplı bir oluşum olmadı. Olageldiği gibi gitsin istiyorum sadece. Zorlamasız, olduğu kadar-ve bittabi olmadı kader:)

Ben hazırlıktan üniversiteye kadar günlük tuttum. Sonrasında sözlükte, msn space’te, blogda (daha buralar dutlukken blog yazardım ama erken bıraktım onu), Facebook’ta ve sonunda Instagram’da yazdım. Sanki ben hep yazıyormuşum da, tüm bu mecralar elimin altından kayıyormuş gibi…

Geçmişimi anımsayabilmeyi önemsiyorum. Tüm bunlar bir nevi Memento benim için. İnsana adını başkaları hatırlatır. Ve insan unutur, hatırlatılmazsa… Bu hesap da bu yolda bir araç sadece. O nedenle büyük kalkınma planlarım yok. Instagram’ın yazdığım diğer mecralardan farkı, yazdıklarımı okuyanların sayısının epey artmış olması. Bir de tabii okuyanlarla birbirlerimizin hayatlarına dokunuyor olmamız. Bu samimiyet bana çok iyi geliyor ve yüzümü güldürüyor. “E aynı Instagram’daki gibiymişsiniz Gözdeaanım!” benim için en güzel geribildirim. Bunu kaybetmemeyi umuyorum. En büyük hedefim budur.

Alkalik.com
Instagram.com/AlkaliOldumBenAnne
Facebook.com/AlkaliOldumBenAnne

Sağlık Sektörünün Kadın Bedeni Üzerindeki Tahakkümü

0

Sağlık Hizmetleri Temel Kanununa dayanarak hazırlanan Hasta Hakları Yönetmeliği başta olmak üzere sağlık hukuku düzenlemelerini içeren tüm mevzuat en temelde hastanın rızası alınmaksızın herhangi bir tetkik, tedavi veya sair müdahale yapılmamasını içerir. “Aydınlatılmış onam” olarak adlandırılan bu hukuki müessesede, hastaya konulan teşhis, uygulanacak tedavi ve oluşabilecek riskler açısından hastanın eksiksiz ve doğru şekilde bilgilendirilmesi ardından tıbbi işlem için hastanın rızasının alınması esastır. Mevzuat esas olarak “hastalık” ve “hastalar” üzerinden, patolojik bir olgu ile hekimin sorumluluğu üzerinde toplanmıştır.

Peki ya gebelik ve doğum konusunda hangi mevzuatın uygulanması gerekir?

Gebeliklerin hekimler tarafından takip edildiği ve doğumların hekimler nezaretinde gerçekleşmesinin yoğunlaştığı günümüzde gebelik ve doğuma da sağlık hukuku açısından yukarıda belirtilen hukuki düzenlemeler uygulanmaktadır. Kanımca bu hususta çok temel bir eksiklik vardır: gebelik ve doğum tüm memeli canlılar bakımından hayatın doğal akışında bir gerçekliktir ve bu anlamda “hastalık” olarak adlandırılması çeşitli yanlış uygulamalara yol açmaktadır. Öte yandan mevcut mevzuatın bu haliyle dahi uygun şekilde uygulanıp uygulanmadığı bana kalırsa şüpheli durumdadır. Birkaç örnekle inceleyelim.

Gebeliğin 11-14. haftalarında bebekteki down sendromunun erken saptanması için ikili tarama testi yapılır. (İhtiyaç halinde üçlü tarama testi ve biyopsi de gerçekleştirilir.) Bu, bebeğin veya annenin sağlık durumu açısından yapılması mecburi bir test değildir. Erken teşhis halihazırda bilindiği kadarıyla tedavi için herhangi bir fayda sağlamaz. Bu durumda esasen hiç şüphesiz ikili tarama testi yapılmadan önce bu testin yapılmasını isteyip istemediğinin kadına sorulması ve kadının onayının alınması gerekir. Fakat uygulamada hekimlerin herhangi bir bilgilendirme ve/veya onay ihtiyacı duymaksızın testi rutin şekilde yaptıklarını görürüz. Bu durumda ebeveynin down sendromu konusunda “bebek doğana kadar öğrenmeme” seçeneği elinden alınmış olur. Kaldı ki bu testlerin yüzde yüz tanı koyduran kesinlikte olduğunu söylemek de günümüz teknolojisinde pek mümkün değildir.

Bir başka örnek gebeliğin 24-28. haftalarında yapılan şeker yüklemesidir. Muhakkak ki gebelik şekerinin teşhis edilmesi ve gerekli uygulamanın yapılması hem gebe hem bebek için son derece önemlidir. Fakat gebelik şekerinin teşhisinde tek yöntem şeker yüklemesi midir? Bu tetkik yapılmadan önce alternatifleri hekimler tarafından bildirilmekte, kadına artıları ve eksileri ayrıntılı şekilde anlatılmakta ve onayı alınmakta mıdır? Uygulamada gördüğümüz şeker yüklemesinin de herhangi bir alternatif sunulmaksızın ve onay alınmasına ihtiyaç duyulmaksızın rutin olarak uygulanmasıdır.

Bir diğer münasebetsizlik halk arasında “çatı muayenesi” olarak adlandırılan gebeliğin 37. haftasından sonra pelvik kemiğinin doğuma uygunluğunun muayene edilmesidir. Bu muayenenin nasıl yapılacağının ve ne amaçla yapılacağının kadına bildirilmesi, kadının onayının alınması esastır. Muhakkak ki bebeğin kilosu ile doğum yolunun darlığı/genişliği kıyaslanarak vajinal doğumun mümkün olup olmadığını değerlendirmek doğum öncesinde önemli bir tetkiktir. Fakat bu muayene zaruri midir? Zaten doğum esnasında iskeletin gebelik zamanındaki halinden çok daha fazla açılması mümkün değil midir? Bu durumda bu muayene sadece bir ön bilgilendirme mahiyetinde kalabilir mi? Hal böyle iken 37. haftada yapılmasa da olur mu? Tüm bu soruların tam ve doğru yanıtlarının kadına verilmesi ardından kadının rızasının alınması gerekir. Tıpkı sayılan diğer örneklerde olduğu gibi bu muayenenin rutin bir gereklilik haline dönüştürülerek aydınlatılmış onam alınmaksızın gerçekleştirilmesi hukuka aykırı olduğu gibi tıp etiğine de aykırıdır.

Gebelikteki müdahaleler bir yana doğum esnasındaki muayenelerin de aydınlatılmış onam ekseninde detaylıca incelenmesi gerekmektedir. Tıbbi bir zorunluluk olmadıkça doğumun hızlandırılması için müdahalede bulunulması, plasentanın doğal yolla doğması için beklenmemesi, boy-kilo ölçümü gibi formalitelerin ilk emmeden önce yapılması gibi noktalar esasen tıbbi bir gerekçelendirme olmaksızın sağlık personelinin inisiyatifinde yapılan aykırı uygulamalar olup bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Bu uygulamaların temelinde paternalizm olarak adlandırabileceğimiz başkalarının hayatını onların iyiliği için onların talep ve fikirlerini dikkate almaksızın düzenlemenin doğru olduğunu savunan yaklaşım yatmaktadır. Anne-babalarımızdan çocukken sıklıkta duyduğumuz “Ama senin iyiliğin için böyle yapıyoruz” mazereti altında bireyin seçimlerini nazara almaksızın en doğru olduğu düşünülen uygulamanın birey adına kararının verilmesi paternalist bir yaklaşımdır. Hekimlerin de çoğu zaman bu yaklaşımla kişilerin tıbbi konularda karar vermek için yetersiz oldukları ve bu bilgilendirmenin hiçbir zaman gereği gibi yapılamayacağı ön kabulüyle tıbben en uygun olduğunu düşündükleri kararları onaya sunmaksızın verdiklerini görürüz.

Bu paternal fikriyattan sıyrılmak birey özgürlüğünü yukarı taşıyacak ve herkesi bir nebze daha bağımsızlaştıracaktır. Tam da bu yüzden aynı sloganı tekrarlamakta fayda var: Herkes için feminizm!

Zamanı Elimizde Tutma Gücü

0

Hatırlıyorum, bundan sadece on sene öncesinde televizyon ile ilgili bazı yargılar vardı. Televizyon izleyerek vakit geçiren kişilerin verimsiz, boş bir hayat yaşadıklarına dair… Ve hatta televizyona “aptal kutusu” bile deniliyordu. Bu yargı hala devam ediyor elbet ama bence tahtını çok daha etkili ve bağımlılık yaratan bir buluşa bıraktı: İnternete girilebilen telefonlar! Telefonlar bence televizyondan çok daha tehlikeli ve yüksek bağımlılık yapma ihtimali çok yüksek cihazlar. Sonuçta sürekli yanında taşıyorsun ve eline geçen o ilk boş anda aklına gelen ilk şey oluyor.

Benim dönem dönem internet kulanımımla ilgili farkındalıklarım artıyor. Bunu gözlemlediğim birkaç konu var. Mesela ben aylık kitap alışverişini ayın ilk haftası yapan biriyim ve bu lise çağlarımdan beri böyle. Haftada bir kitap okumaya gayret ediyorum. İnternet kullanımımın arttığı, kendimi frenleyemediğim aylarda ilk olarak okuma sıklığım düşüyor. Mesela ben bu yazıyı yazarken ayın üçüncü haftasındayız ve hala birinci kitabın yarısındayım.

Bunun dışında bir diğer konu günlük işlerimi erteleme sıklığımın artması. Ya da haftalık plana koyduğum bir şeyin o ay yapılmaması. Yaklaşık bir haftadır giyim dolabımın düzenlenmeye ihtiyacı var. Ağırlıkla sabah ve öğlen saatleri iş için dışarıda olduğumdan dolayı kızımın okuldan gelmeden önceki bir saati bu işi yapmam gerekiyor. Peki yaptım mı? Hayır. Peki ne yaptım? İnternette dolaştım durdum. Yeni eklenen hikaye kalmayana kadar insanları izledim hatta YouTube kanallarından ‘doğru dolap düzenleme’ videoları da izledim ama hala dolabım dağınık.

Ben bu çağın insanı olduğumun farkındayım ve internetin kendisi ile ilgili bir problemim yok. Hayat dinamiklerimiz teknolojilere göre şekilleniyor ama gücün hala benim elimde olduğunu hissetmeye ihtiyacım var. Yani teknolojiyi ben kullamalıyım, o beni değil. Gerekliliğine inandığım için “Şu kadar hafta, ay hiç kullanmayacağım” gibi anlamsız meydan okumalar yapmak istemiyorum. Bu kadar kökten kesmeyi gerekli görmüyorum ama gücümü tekrar elime almak için verdiğim kararlar var. Sabah, öğlen ve akşam 30 dakika-1 saat arası kullanmayı ve bu sınırlı saat sayesinde internetten aldığım verimi de artırmayı hedefliyorum.

Sınırsızca ve sık kullanımlarda elimizdekini tam verimli olarak kullanmadığımızı da düşünüyorum. Sınırları olmayan bir kullanım davranışında biz istediğimiz şeylere bakmıyor, sunulan her şeye maruz kalıyoruz. Açıkçası internetin o renkli dünyası bizi bir sarmalın içine alıyor ve girdiğimiz ilk sayfa ile baktığımız son fotoğraf arasında nasıl kaybolduğumuzu fark etmiyoruz.

Hepimiz zamansızlıktan şikayet ediyoruz ama zamanımızı neye ne kadar harcadığımızı fark etmiyoruz. Zaman doğru kullanıldığında yavaşlıyor ama sosyal medya hesaplarımızın zaman akışlarının hızı bunu fark etmemizi engelliyor. Güç bizimle olsun. Zamanı elimizde tutma gücü.