Ana Sayfa Blog

Maid dizisi ve Ekonomik Özgürlük Üzerine

0

Yakın zamanda Netflix’te yayınlanan Maid dizisini izledim. 25 yaşlarındaki başrol karakteri Alex’in, maruz kaldığı şiddet üzerine partnerinden ayrılmaya karar vermesi ile başlayan süreç oldukça gerçekçi bir senaryo ile on bölümde anlatılıyor. Diziyi izlerken hep aynı meseleyi düşündüm, ekonomik özgürlüğün önemi.

Üniversiteye devam edemeden bir birliktelik yaşayan ve genç yaşında anne olan bir kadın Alex. Barmen sevgilisinin aslında ilişki başında da mevcut olan ancak elbette ilişki yaş aldıkça artan bağımlılık sorunları ve şiddet eylemleri Alex için hayatı çekilmez kılıyor. Yine tekrar eden böyle zor bir gecede, partnerinin bizzat Alex’e vurmasa da duvara eşya fırlatarak yaşattığı fiziksel şiddet üzerine, Alex aldığı ani ama aslında ani olmayan kararla evini terk ediyor. İşsiz ve beş parasız. Aile ve arkadaş desteği de olmadığı için, Alex’in yalnızlığına ve çaresizliğine şahit oluyoruz.

Sonrası zorluklar, çok zorluklar, Amerika’da devlet tarafından kurulmuş bir sosyal yardım sistemi olmasına rağmen; gerek bu yardımları almanın zorluğu gerekse de yardım tutarlarının düşüklüğü Alex’in hayatta kalmasını zorlaştırıyor. Eğitimsiz ve kimsesiz bir kadın olarak Alex, çok düşük saatlik ücret karşılığı temizlikçilik yaparak hayata tutunmaya çalışıyor. Dizinin ismi de işte buradan geliyor, İngilizce Maid, Türkçe’de hizmetçi, temizlikçi anlamında.

Eş zamanlı olarak son dönemde Medeni Kanunun değiştirileceği, kadınların nafaka haklarının ellerinden alınacağına dair haberler nedeni ile haklı endişemiz de maalesef gündemimizde. Nafaka, kadın yoksulluğu ve ekonomik özgürlük üzerine konuşmak zorundayız.

Öncelikle nafaka alanların büyük çoğunluğunun kadınlar olmasının sebebi üzerine düşünmemiz gerekiyor. Çocuk büyütmenin kadının vazifesi olarak görülmesi, erkeğin dışarıda çalışarak evi geçindirmesinin ve kendini gerçekleştirmesinin beklenmesi, kadının hayatının ev içine sıkıştırılması ve ev içi emeğinin karşılıksız görülmesine dayalı ataerkil evlilik sistemi, bizim gibi kreş desteği, bakıcı desteği olmayan adı sosyal kendisi gelişmemiş ülkelerde daha yoğun olan Toplumsal cinsiyet eşitsizliği, kadınları evlilik içinde daha da yoksullaştırılıyor.

Dizide Alex’in evden ayrıldıktan sonra çok düşük ücretle emeğinin sömürüldüğü, ağır şartlarda çalıştığı temizlikçilik dışında bir seçeneği yok. İşte konu tam da bu, ekonomik özgürlük meselesi bir günde sihirli bir değnekle çözülebilecek bir mesele değil. Ekonomik özgürlük fikrinin bir kadınlık ideali olarak küçük yaşlardan itibaren edinilmesi gerekiyor. Evli kaldığı yıllar boyunca gelir getiren bir işte çalışmayan, daha da öncesinde bir eğitimi ve&veya mesleği olmayan kadının maruz kaldığı şiddet veya mutsuzluk nedeni ile boşanması sonrasında çalışmasını, iyi koşullarda iş bulmasını ve hayatını idame ettirecek bir gelir elde etmesini beklemek fanteziden öteye gitmiyor. O nedenle böyle bir altyapı kurulmadan kadınların nafaka haklarının elinden alınmaya çalışılması ciddi bir erkek şiddeti olarak karşımıza çıkıyor.

Kız çocuklarının doğdukları günden itibaren evlilik ve eş olma, anne olma için yetiştirilmedikleri, hayallerini gelinliklerin süslemediği, eğilim ve isteklerine yönelik eğitime kavuştukları, ev içi işlerde erkek çocuklarından beklenmeyen performansın kızlara dayatılmadığı, kadınların ücretlerini ev bütçesine katkı olarak görmediği ve her koşulda eğitim, meslek ve üretim sürecinde olmalarının desteklendiği bir politika hep gündemimizde olmalı.

Kadınların evliliği gelecek garantisi olarak görmedikleri toplumsal cinsiyet eşitliği temelli düşünce sistemini kurmak zorundayız. Sağcı,solcu,kapitalist ya da devrimci, işi, ünvanı, dünya görüşü ne olursa olsun bir koca hiçbir kadının geçim veya gelecek güvencesi olamaz. Kendi iradesi ile aktif iş hayatına katılmamak ve örneğin çocuğunu kendisi büyütmek istediği için geçici ya da kalıcı olarak gelir getiren bir işte çalışmak istememek hakkı baki olmak üzere, kadının içinde bulunduğumuz düzene ve aktif çalışma hayatına dahil olacak şekilde yetiştirilmesi zorunluluk. Öte yandan bu eşitlikçi sistem hayata geçirilmediği sürece kadınların nafaka haklarına dokunulamaz.

Woolf’un zamansız eseri “Kendine Ait Bir Oda”da söylediği gibi, kadınların özgür düşünebilmek ve bir eser ortaya koyabilmek için öncelikle maddi imkanları ve kendilerine ait bir odaları bulunmalı. Kadının kendine ait odası salt fiziki bir odadan ibaret değildir, sembolik olarak bu oda her açıdan bir eser meydana getirebilmek için gerekli altyapıyı ifade eder. Bir evin ve bir odanın kendiliğinden ortaya çıkmayacağını unutmadan, yaşamımızın her evresinde odalarımızı var edecek düşünce şekline ve bunu yaşayacak toplumsal imkanlara sahip olmamız ümidi ile…

Başarmak ya da Başaramamak

1

Beş yıldır İngiltere’de yaşıyorum ve bu süre sonunda Life in UK denen bir sınava girmem gerekiyor. İngilizlerin bile bilmediği bazı bilgilerden oluşan bu sınav İngiltere’de genel yaşam, ülkenin etnik dağılımı, geçmişi, eski krallar, kraliçeler, tarihi, antik yerleri gibi genel bilgilerden oluşuyor. İçerik olarak çalışılıp da girilmesi gereken bir sınav, sonuçta hangimiz eski krallardan birinin savaştan kaçarken nereye saklandığını bilebiliriz. Buraya kadar her şey normalken benim beynimde sınav dedi mi alarm zilleri çalmaya başlıyor. Eyvah sınav, eyvah canavarla aynı anlamda benim için. Gittikçe gözümde büyüyen bir stres kaynağı. Sonunda beklenen gün geldi ve sınava girdim. Sonuç hüsran kaldım hem de sadece bir soruyla.

Benim sınavı canavar olarak algılayan beynim tabii ki sınav sonrası da bana huzur vermedi ve sürekli olarak yaptığım hatayla ilgili konuşmaya başladı. Nasıl olur da sınavdan kalırsın, tam bir aptalsın, senin zaten bir haltı beceremeyeceğin baştan belliydi falan filan. Kendimi dövme konusunda üstüme yoktur hele de sonunda böyle bir başarısızlık varsa. Sonunda ölüm yok, kimse zarar görmedi, sınavın tekrarı var, girerim ve bu sefer kazanırım. Ama hayır bir türlü ilerleyemiyorum, sürekli uyurken bile aklıma tereddütle düştüğüm ve cevabını doğru bildiğim halde yanlış yaptığım soru geliyor. Nasıl olur yanlış yaparsın. Kendi kazdığım başarısızlık çukuruna tekrar düşüyorum hemen yanı başında değersizlik çukuru var. O da kollarını açmış yanına gelmem için beni bekliyor. Az kaldı bekle diyorum içimden.

Peki 40 yaşımda, 7 yaşında bir çocuk annesi koca bir kadın olarak sınavlardan neden bu kadar korkuyorum hala. Kendimi küçük bir çocuk olarak görüyorum. Hata yapmasına izin verilmeyen sadece uslu olursa, hata yapmazsa, hep büyüklerin dediğini yaparsa, ses çıkarmazsa onları mutlu edeceğine inanmış bir çocuk. Çocukluğunu yasayamadan olgunlaşmak zorunda kalmış küçük kız. Kazanamadığım sınavlar sonrası evdeki gergin sessizlik geliyor aklıma, kimsenin ağzını bıçak açmadığı, konunun bir türlü sınav sonucuna gelmediği, bir türlü konuşamadığımız o mühim konu. Dışlanmışlık hissi, sessiz imalar, uzun suskunluklar, büyük bir utanç. Evet aslında hissettiğim tam olarak bu Fen lisesini kazanamamış, üniversitede istediği o puanı alamamış o kızın utancını taşıyorum hala. 40 yaşında tutunmaya çalıştığım bu ülkedeki bu sınav bana çocukluğumun en utanç dolu anlarını hatırlatıyor. Korkuyorum, içim sıkılıyor, bunalıyorum, nefes alamıyorum.

Çocuklarımız için en iyisini istiyoruz kuşkusuz. En iyi okullarda okusunlar, en iyi işlerde çalışsınlar, hep başarılı olsunlar, hiç hata yapmasınlar. Oysa insan denen varlık hata yapmak için yaratılmış. Yanlışlarından öğreniyor, doğru yolu bulmak için düşmesi gerekiyor. Başkasının yolundan yürüyen ise bir yere varamıyor sonunda. Elde edilmemiş hayaller kalıyor geriye bir tek. Başarılı olalım diye çıkılan bu yolun sonu ise karanlık çoğu zaman. Çünkü yaptığımız başarı tanımı yanlış. Nedir başarı? Yönetici olmak mı, çok para kazanmak mı, büyük bir evde oturup son model arabalara binmek mi? Nedir tam olarak? Maddi olarak ölçebildiğimiz şeyler üzerinden tanımladığımız başarı ise hasta ediyor bizi, çocuklarımızı. Bizim başaramadığımızı onlar yapsın isterken onların hayallerini çalıyoruz. Kimsenin birbirini tanıma, anlama derdi yok, çizilen çerçeve içinde kalsa yeter. Oysa hayat çerçevenin dışına çıkınca anlam kazanıyor. Uğruna yaşanılacak bir hayat sadece kazanılan sınavlar, göz alıcı bir kariyer, son moda kıyafetler değil. Başarı algımızı ve bu konuda çocuklara kurduğumuz baskıyı ise gözden geçirmekte fayda var. Zira 40 yaşına gelsen bile hala sınavdan, başarısızlıktan ödün kopabiliyor.

Ben Kütüğümü İsterim

1

1 Ocak 2002 tarihinde yürürlüğe giren Türk Medeni Kanunu’nda, eski kanunda yer alan ve kadın-erkek eşitliğine açıkça aykırı olan bazı hükümler eşitliği sağlayacak şekilde değiştirildi. Bu durum elbette olumlu ve sevindirici bir gelişme. Örneğin Eski Kanunda yer alan, koca evlilik birliğinin reisidir, kocanın ikametgahı karının ikametgahı sayılır, ana ile baba anlaşamazlarsa velayet konusunda babanın oyu üstündür gibi kadın-erkek eşitliğine tamamen aykırı maddeler çok şükür ki tarihin tozlu sayfalarında yerini aldı, edinilmiş mallara katılma rejimi gibi büyük değişiklikler sistemimize dahil edildi. Elbette bu olumlu değişiklikler o dönemki kadın hareketinin ve büyüklerimizin verdikleri mücadelenin etkisi ile oldu.

Geneli itibari ile mevcut Medeni Kanun kadın ve erkekler için en azından hak eşitliği anlayışı ile yenilikler getirmiş olsa da, özellikle “soy” ile ilgili düzenlemeler hala kadın-erkek eşitliğine açıkça aykırı.

Örneğin kadın evlenince kocasının soyadını alması öngörülmüş ve kadına, kocasının soyadının önünde önceki soyadını da kullanma imkanı tanınmış ise de, evlenen erkek soyadını aynen muhafaza edebilmektedir. Yani, mevcut durumda Türk Vatandaşı bir kadın olarak kimliğinizi belirleyen en temel unsurlardan biri olan soyadınız rızanız dışında değiştirilmektedir. Önceki soyadını da koca soyadı ile beraber kullanma hakkı bir lütufmuş gibi biz kadınlara sunulsa da, olması gereken böylesine önemli bir değişikliğin kişinin kendi tercihine bırakılması ve cinsiyet ayrımı yapılmaksızın kişilere seçim hakkı tanınmasıdır. Mevcut durum, kadınların özel hayatlarında meydana gelen evlilik ya da boşanma gibi çok şahsi bir değişikliğin devlet eliyle otomatik olarak ilan edilmesi anlamına da geldiğinden açıkça kişilik hakkı ihlalidir.

Yine aynı şekilde kadının nüfus kütüğü evlenme ile kocasının kütüğüne naklediliyor. Yıllarca memleket saydığınız, kişisel bilgilerinizin önemli bir unsurunu oluşturan kütüğünüz rızanız ve talebiniz olmadan evlenmeniz gerekçesi ile taşınıyor, belki ömrünüzde adını dahi duymadığınız, varlığından haberdar olmadığınız yerlere.  Tabii, iş bununla da kalmıyor; şayet boşanırsanız bizzat devlet tarafından istenmeyen gelin ilan ediliyor ve kütükten kovuluyorsunuz, rızanız ve talebiniz olmaksızın koca nüfusundan çıkartılarak baba nüfusuna gönderiliyorsunuz. Bir değişiklik daha!

Taşınır bir eşya, menkul bir mal gibi, kadınlar evlenme sebebi ile kişisel bilgilerinin bizzat devlet eliyle değiştirilmesine maruz kalıyorlar. Ataerkil sistemin kadına bakışı maalesef böyle, kadının başlık parası ile satıldığı kültür evrilse de, şimdilerde eğitimli kadınlar ve aileler için başlık parası kalkmış olsa da, kadınların göçebe görülmesi ve babadan kocaya el değiştiren bir mal varlığı gibi hak ihlallerine maruz bırakılması maalesef bu yöntemlerle hala sürdürülüyor.

Kadınlar sadece evlendikleri ya da boşandıkları için, soyadı, nüfus kütüğü, iddet gibi türlü eziyetle, bürokrasinin yavaş çarkları arasında evraklarla boğuşurken; erkekler ise gayrimenkul hallerinden pek tabii memnunlar.

Medeni Kanunların ve nüfus sisteminin oluşturulduğu eski dönem şartları ve kısıtlı imkanları düşünüldüğünde; kamu yararı ile nüfus kayıtlarının düzenli tutulması, soyun düzgün şekilde belirlenebilmesi ve bilhassa soyun karışmaması amaçları ile bu sistem benimsenmiş olabilir. Ancak artık içinde bulunduğumuz dijital çağda, çağın şartlarına ve imkanlarına hiç uygun olmayan bir dayatma söz konusu. TC kimlik numarası tüm bu sorunları ortadan kaldırıyor ve tek bir numara ile tüm kayıtların düzenli olarak tutulabilmesine imkan sağlıyor, yapılacak tek maddelik bir kanun değişikliği ile sistemi düzeltmek ve eşitsizliği gidermek mümkün.

Ayrıca bizim itirazımız sistemin dayatmasına, tercihe bağlı olmamasına. Kanunda en azından başlangıç olarak kişilere cinsiyet ayrımı yapılmaksızın tercih hakkının verilmesi, isterlerse erkeklerin de kadınların nüfusuna geçebilmesi ya da tarafların yeni ortak bir nüfus kaydı açarak eşleriyle yaşamlarına devam edebilmelerine ilişkin düzenleme yapılması şart.

Tek bir numara üzerinden kişinin tüm verilerine ulaşılabilen dijital dünyada, hala ve ısrarla erkeğe dayalı kayıt sistemi tutmak en iyi ihtimalde çağdışı, gerçekçi bir bakış açısı ile de cinsiyetçi ve eşitliğe aykırı!

Rızamız olmadan kişisel bilgilerimizi değiştirmekten vazgeçin. Türküde de söylendiği gibi, aşrı aşrı memlekete kütük nakletmesinler, ben kütüğümü isterim!

Dust If You Must / Toz Al Mecbursan

1

Rose Miligan tarafından yazılan Dust If You Must adlı şiiri, Nuray Önoğlu ve Cihat Duman’ın çevirisiyle okuduğumda ne zamandır söylemek istediğim kelimelerin bir şiirde toplandığını farkettim.

Dust If You Must,  kimi zaman yetiştiği ortamda edindiği alışkanlıklardan dolayı, kimi zaman da yapabileceklerinin farkına varamadığı için gündelik işlere takılıp kalan ama aslında hayatı değiştirecek yetenekte olan kadınlara anı yakalamak adına dersler veriyor. Şiir, bizi zaman harcadığımız ayrıntılar üzerine düşünmeye sevk ediyor.

Mecbursan toz al, ama daha iyisi olmaz mıydı
Bir resim yapmak yahut bir mektup yazmak
Bir kek pişirmek yahut bir tohum ekmek;
İstemek veya ihtiyaç duymak arasındaki farklar hakkında derin derin düşünmek!

Bu şiiri okuyunca aklıma ilk gelen annem oldu. Annem köyümüzün en temiz kadınlarından biriydi, -di diyorum çünkü şimdilerde eski alışkanlıklarını terk ettiğini söylüyor. Çamaşırları bahçede sakız gibi parlardı, elektrik süpürgesi gürültüsü evimizin doğal sesi, çamaşır suyu kokusu ise oda parfümü gibi bir şeydi. Annem temizlik yapınca evde hareket eden her şeye kızardı, temizlik günleri bizim kabusumuzdu diyebilirim. O, durmadan temizlik yaparken yıllar hızla akıyordu ama annem sonu gelmez ev işleri girdabından başını kaldırıp göremiyordu. O toz alırken bahar gelip geçiyordu mesela ya da evdeki her şeyi ütülerken kuş sürüleri göç ediyordu ve annem dışarıya çıkıp gökyüzüne hiç bakmıyordu. Kaçırdın bütün kuşları gördün mü anne!

Derken bir gün geldi ve başını kaldırıp aynaya baktı. Yüzündeki derin çizgilere dokundu belki, vücudunu inceledi ve eskisi kadar güçlü olmadığını fark etti. Belki de ağladı. Bu aşamaya nasıl geldiğini bilmiyorum, benimkisi bir tahmin. Belki o anda camları siliyordu ve yanlışlıkla gökkuşağını gördü. Daha önce güzelliğini nasıl da fark etmediğini hayretle sordu kendine! İşte o sırada gökkuşağı yavaş yavaş silindi ve annem gökkuşağını hayata benzetti. Eğer kazara dışarı bakmasaydı gökkuşağını göremeyecekti, bu güzelliğe tanık olamayacaktı ama camları pırıl pırıl olacaktı, ta ki akşam yağmuruna kadar! O anda gözlerinde bir ışık belirdi annemin, elindeki bezi fırlatıp attı ve yeter dedi. Artık bir anı bile kaçırmadan hayatı dolu dolu yaşamaya karar verdi belki.. Dedim ya bilmiyorum benimkisi sadece tahmin. Bildiğim bir şey var annem bu şiiri okumadı ama sanki şiirdeki mesajları bir yerden almış gibi;

Mecbursan toz al ama, dışarda bir dünya var
Gözüne gelen güneş ve saçındaki rüzgarlar
Lapa lapa yağan kar ve sağanak inen yağmurlar
Bugün bir daha yaşanmayacak.

Tekrarı olmayan zamanı en verimli şekilde değerlendirmek adına annemin yaşadığı bu aydınlanmayı aynı hayatı sürdüren tüm kadınlar için diliyorum. Eve misafir gelmeden bir gün önce temizliğe başlayıp ardından ikram hazırlayarak neredeyse iki gününü bu işe harcayan, misafir ayrılınca da kirli tabaklar ile baş başa kalan yorgun kadınların zamanını geriye sarıp misafirleri ile açık havada yürüyüş yaptıklarını veya sinemaya gittiklerini hayal ediyorum. Kadınların evlerine gösterdikleri özeni ruhlarına da göstermelerini, ellerindeki toz bezlerinin çiçeklere, kitaplara veya uçurtmalara dönüştüğünü hayal ediyorum. Her kadın toz almayı bilir evet ama kaçı uçurtma uçurmuştur? Veya güzel bir şiir okumuştur?

‘Toz al mecbursan’ diye başlayan şiir yine insanın evrende bir toz zerresine dönüşümünü vurgulayarak sona eriyor. Her mısrasında zamanın kıymetine ve geri gelmeyecek oluşuna dikkat çekerken kaç yaşında olursak olalım o kaçınılmaz sonu işaret ederek tekrar soruyor; kısa ve değerli olan zamanını gündelik işlere harcayarak  dünyadan öylesine geçip gitmek istediğine emin misin?

Toz al mecbursan, ama unutma
Yaşlanacaksın ve ve hiç kolay değildir
Gittiğinde (ki mecbur gideceksin)
Tozu çoğaltacaksın sen bizzat olarak toz.

Regl İznini Tartışsak Da Mı Saklamasak?

0

İngiltere’de yakın zamanda yapılan bir ankete göre, çalışanların dörtte biri, yöneticilerinin regl ağrılarını veya PMS semptomlarını meşru bir rahatsızlık olarak kabul etmeyeceğinden çekinerek, işe gitmemelerinin gerçek nedenleri hakkında yöneticilerine yalan söylediklerini itiraf etmişler. – İnsan düşünmeden edemiyor, bu anket ülkemizde yapılsa oran kaç çıkardı…

Japonya ve Güney Kore 50 yılı aşkın bir süre önce bu izni uygulamaya koyan ülkeler arasında. Avrupa’da ise, regl izni tartışmalı bir konu. Kadınların “zayıf ve verimsiz işçiler olduğu” algısını arttıracağı ve erkek çalışanların ayrımcılığa uğrayacağı yönünde endişeler dile getirilmektedir. Bu endişeleri gidermeye yönelik öneriler de vardır. Örneğin, her iki cinsiyetten insanlar adına, ek tıbbi izin sağlamak gibi…

Ülkemizde de regl izni yasal değil. Ancak, İzmir Barosu, Tunceli Belediyesi ve Zomato gibi bazı kurumlar inisiyatif kullanarak kadın çalışanlarına regl izni tanıyor.

Öte yandan, McKinsey Global Institute tarafından 15 ülkede, 18.000 kişi ile yapılan bir araştırma, otomasyon, yapay zeka ve robotik konularının yaygınlaşması ile yaratılacak işlerin yanı sıra kaybedilecek iş türlerini ortaya koydu. Sonuç olarak giderek daha önemli hale gelecek olan üst düzey becerilerin türünü ortaya çıkardı. Temel bilişsel becerilerin yanı sıra manuel ve fiziksel becerilere duyulan ihtiyaç azalacak, ancak teknolojik, sosyal ve duygusal becerilere talep artacak.

Güven için ilham vermek ve empati önemi her geçen gün artan yetkinlikler arasındayken regl izni konusundaki kişisel düşüncem, her kadın bu dönemde farklı şekilde ve derecede etkilendiğinden, resmi bir izin olmasa bile, halden anlamak bedava! – “Anlayan mı var?” diyebilirsiniz 😊 Bu durumda, yönetici-çalışan arasındaki güven ilişkisi olmazsa olmaz oluyor.

Yöneticiler, adet sancısı sebebiyle devamsızlık yapacağını bildiren bir çalışana nasıl yaklaşmalı? İşverenin yükümlülükleri arasında regli izni vermek olmalı mı?  Bu konuyu ne kadar tartışırsak, işyerinde bu konuyla alakalı yargılayıcı davranışların ve önyargıların önüne geçebiliriz, çalışanları ve yöneticileri eğitebiliriz diye düşünüyorum. Ya siz? 😊

Kaynaklar:

https://www.bloodygoodperiod.com/employers-research

http://www.tunceli.bel.tr/icerik/25/966/belediyemizden-ucretsiz-regl-izni.aspx

https://www.izmirbarosu.org.tr/HaberDetay/1697/baromuz-kadin-calisanlarina-menstruasyon-regl-izni-verme-karari-aldi

https://twitter.com/zomatotr/status/1292405587481890816

https://www.mckinsey.com/industries/public-and-social-sector/our-insights/defining-the-skills-citizens-will-need-in-the-future-world-of-work