Benjamin Button’ın Tuhaf Hikâyesi filminde çok sevdiğim bir kısım var. Olasılıklar Sahnesi adıyla YouTube’da aratırsanız hemen bulabilirsiniz.
Kahramanımız Benjamin’in kız arkadaşı Daisy’e araba çarpmasına kadar giden bir dizi alâkasız insanın alâkasız hareketlerinin hikâyesinden bahseder bu sahne. Daisy’i asla tanımayan bir kadın, çalan telefona cevap vermek için tam kapıdan çıkarken eve döner, onun eve dönmesi ve hikâyeye dahil olan birçok karakterin aldığı kararlar sonucunda Daisy’e araba çarpar. Hikâyenin başındaki kadın telefon için eve dönmese ve ardından bunca olay gerçekleşmese Daisy’nin başına bunların hiçbirinin gelmeyeceğini görürüz.
Bundan yaklaşık iki ay önceki hayatımız da biraz böyleydi. Sürekli iç içe, bir arada kalarak birbirimizin kader çizgileri üzerinde yürüyerek yaşıyorduk. Hiç düşündünüz mü, kim bilir aldığınız çok basit gibi görünen bir karar, yetiştiğiniz bir vapur, kabul ettiğiniz bir görev, 5 dakika erken kalktığınız bir yemek nerelerde nereleri değiştirmiştir.
Birbirimize etki ettiğimiz bu günler çok uzakta kalmış gibi geliyor mu size de?
Aslında odağımızın tamamen birbirimizin üstünde olduğu şu günlerde her zamankinden daha da etkiliyoruz birbirimizi, aldığımız kararları, ruh hallerimizi…
İnsan o kadar sosyal bir varlık ki, tek başına asla var olamıyor. Birbirimizle paylaştığımız her bir düşünce, bir diğerinin bir sonraki adımını, ruh halini etkiliyor.
O yüzden ara sıra dürüst mü olsak acaba artık?
Çıkalım ve sırayla şunları diyelim mesela:
- Evdeyken “kaliteli zaman” geçirmek istemiyorum. Ne istiyorsam onu yapmak istiyorum. Bütün gün bön bön duvara bakmak, “durmak” istiyorum.
- Çocuklarımla her an bu derece yakın olmaktan çok yoruldum. Onları biraz özlemek istiyorum artık.
- Mutfakta harikalar yaratmadım. Hatta yemek yapmaktan o kadar yıldım ki tencere görsem kusmak istiyorum.
- Evde spor yapa yapa olimpiyatlara katılacak kıvama gelmedim, çünkü hiç spor yapmadım.
- Hiç kimseyi özlemedim, bu insan detoksu bana çok iyi geldi. (Bunu şimdiye kadar söyleyen hiç görmedim mesela.)
- Bazı geceler ağlaya ağlaya uyuyorum. (Çünkü hiçbir nefes egzersizinin çözemeyeceğini kısa bir ağlama halledebilir. Neden ağlamak diye bir şey yokmuş gibi davranıyoruz?)
- Birçok “arkadaş, tanıdık, eş dost” olmadan da yaşanabileceğini fark ettim. (Sürekli eşyaların minimalize edilmesinden konuşuyoruz, hayatımızdaki insan sayısından hiç konuşmuyoruz.)
- Geleceği, maddi durumları düşünmekten gözüme uyku girmiyor.
Normal, sıradan, düz insanlar olarak artık karantinanın neredeyse yedinci haftasında belki biraz bunları konuşursak birbirimize iyi geleceğimize inanıyorum. Elbette birbirimize ilham olacak, iç açan tavsiyelere devam edelim tabii. Ancak marketten gelip iki saat temizlik yaptığımız bu sıradışı günlerde yaşantılarımızın harika, masalsı göründüğü ile ilgili birbirimize rol yapmayalım. Zor olana zor diyelim, mutsuzuz, diyelim, olmuyor diyelim. Ara sıra da olsa bunu yapalım. Yoksa evimizde yeri geldiğinde mutsuzluktan ölürken otururken karantinada dahi masalsı hayatların paylaşımını görürsek hepten kafayı sıyırabiliriz.
Sırf sosyal medya için değil, herhangi bir zoom görüşmenizde, telefonda, mesajda -artık mecrayı siz seçin- ayrı da olsak, birbirimizin kader çizgisine gerçeklerle dahil olmaya başlayalım artık. Yalnız olmadığımızı görürsek kendimizi çok daha iyi hissedeceğimizi düşünüyorum.
“Herkes epey adapte oldu, bir ben kaldım bunalan.” demek yerine, “Neyse yalnız değilim, gideyim de ekmek yapayım bari.” dersek ya da dedirtebilirsek çizgilerimize birazcık da olsa müzik ekleyeceğiz kanaatindeyim.
•
Okurken, 30 yaşına 30 cümle ile giren ilgili yazıyı anımsadım, size aitmiş ? mükemmel olmamanın da cazibesini duymaya ihtiyacımız var.
Ne mutlu oldum? çok teşekkür ederim, kesinlikle öyle, olduğumuz gibi çok güzeliz zaten, bunu söyleyelim hep ?
[…] yazı, aynı zamanda Dijital Topuklar‘da da […]