Derimizin bittiği yerde benliğimizin sona erdiğini düşünüyoruz. Evimizin (çoğunlukla çelikten) bir kapısı var ve bu çok güzel. Bu sayede sınır çekiyoruz dış dünya ile aramıza. Renkleri ve geometrik şekilleri seviyoruz. Bir çocuk, neredeyse her şeyden önce derdini “pembe, mavi, üçgen, kare…” diyerek anlatabilirse aşırı mutlu oluruz.
Kendi adıma, bir bütünün parçaları olduğumuzu idrak etmem dünyadaki otuzuncu yılıma rastladı diyebilirim. Her şeye sınır çekme sevdasının bunda payı büyük. Bir doğum ve birkaç ölümden sonra yavaş yavaş bir şeyleri anlamaya başladım sanki. Somut kavramların, bilimsel açıklamaların, “gerçek” kabul ettiğimiz şeylerin yetmediği bir noktaya geldiğimde. Gerçekleşen hayallerimi bir türlü garanti altına alamadığımda, “avucumun içinde” saydığım şeyleri aslında tutamadığımda… Bir başkasının acısına bakıp tahtaya vurmak beni vicdanen rahatsız ettiğinde.
Aynı şeyin peşine düşen insanlar görebiliyorum etrafta. Aynı yerlerden geçmiştir yolumuz belki. Renkler ve şekiller yetmemiştir. Kimine göre “nehrin altındaki nehir”, kimine göre “âlem denilen perdenin ardı”, kimine göre “yerin yedi kat üstü”; elimizdeki malzemeyi kullanarak başka bir yere varmaya çalıştığımız muhakkak. Her şeyin bir anlamı olmalı. Görünenin ötesinde.
Az önce; acısıyla bile çevresine ışık tutan bir kadının, kocasının ölümünden sorumlu tuttuğu kişiye seslenişini okudum. Bir katil ile maktulü ayırabilecek bir çimento parçasından ya da deri bütünlüğünden söz edelim hadi. Talihsiz biçimde de olsa, yolumuzun kesiştiği tüm ruhlarla birlikteyiz işte. “İlahi adalet” fikrini sevsek de; adaleti “şimdi, buraya” çağırmadıkça dünya daha güzel bir yer olamıyor.
Bugün; “kendi” bedenimiz üzerinde tasarrufumuz olması gerektiğine inanarak kök hücre bağışını mütemadiyen erteleyen kaç kişiyiz kim bilir? Oysa belki de herkesin bağışçı olduğu bir dünyada, şifaya ihtiyacı olan kalmayacak. Fakir ülkeleri doyurmaya, bazı “tek kişilik” servetlerin yettiği söylenir ya hani o misal.
Kapıları aradan kaldırırsak, karşı dairede tek başına yaşayan teyzeyi daha çok göreceğiz. Gördükçe; yaşlanmaktan ya da yalnız kalmaktan ne kadar korktuğumuzu kendimize itiraf edebileceğiz. Bu itirafla başlayacak belki her şey. Kaçtığımız yaşlı, engelli, sevdiğini kaybetmiş kadın imajını görmezden gelmek yerine onun için bir şeyler yapmak bize de daha iyi gelecek. Bu sayede onun (ve bizim) için bir çıkış yolu olduğuna inanacağız.
Kanser hastası birinin hayat dolu hali karşısında, dan diye “Seni gördükçe halime şükrediyorum” demeyeceğiz. (Bunu yapanların çokluğu hayret verici!) Sevdiğimiz birine sarılmak için başka birinin sevdiğini kaybetmesini beklemeyeceğiz. Başkalarının hüznünden kaçmak yerine onunla yüzleşmek, ona şahit olmak, ona bu dünyada yer açmak; belki bir gün “hepimizin” daha rahat uyuduğu bir geceye bizi hazırlayacak.
Açık kapılara duyduğum özlemle; bu yazıya da bir sınır çekmek istemiyorum sanırım. Dilerim başka kadınların parmaklarından dökülen diğer yazılarla alt alta geldiğinde kendine bir anlam bulur. Bu işler her zaman böyle olmuyor mu neticede?
♦