(Brené Brown’un Greater Good Magazine’de yayınlanan makalesinin çevirisidir.)
Kültürümüz bir tür kriz içerisinde. Birçok kişi, farklılıklara rağmen gerçek ve anlamlı konuşmalar yapma riskini almaktansa; uzaktan nefret etmeye yarayan ideolojik sığınaklarına geri çekiliyor.
Birbirimize geri dönüş yolunu nasıl bulacağız?
Siyasi ve sosyal gruplarımız için kabul edilebilir bakış açılarına ve var olma biçimlerine uymak için baskı yapan kapalı gruplarımızda kalarak değil elbette… Bunun yerine; otantik hikayelerimizi, fikirlerimizi ve kendimizi paylaşmaya istekli olmamız gerekiyor, bu her ne kadar yalnız kalmamıza sebep olacakmış gibi hissettirse de.
Braving the Wilderness kitabımda anlattığım gibi, ‘birbirimize geri dönmenin’ anahtarlarından biri, dünyadaki tüm insanlar arasındaki derin ve asla kopmayan bir bağlantı olduğuna dair inancımızı sürdürmektir. Kendime ve başkalarına bir şekilde bağlı olduğumu bildiğimde doğru olduğuna inandığım şeye karşı durabilirim.
Ancak, bu bağlantıya olan inancımız sürekli olarak test edilmekte, tekrar tekrar kesilmektedir. Araştırmama ve binlerce kişiyle yaptığım görüşmelere göre bu inancı desteklemenin bir yolu, yabancılarla ortak yaşadığımız gündelik neşe ve acı anlarını aramaktır. Bize ortak insanlığımızı hatırlatan anlar bunlar, kendimizi daha sonra çatışma içinde bulduğumuzda bize destek olabilecek anlar. Birbirine çözülemez şekilde bağlı olduğuna inandığımız, ortak duyguları deneyimleyen yeterli sayıda insanı yakalamak zorundayız.
Kolektif neşe
Birkaç sene evvel İngiliz futbol takımı Liverpool’un bir maçı için toplanan 95.000 Avustralyalı taraftarı gösteren bir YouTube videosu izlemiştim. İki dakika boyunca Liverpool’un taraftar stadyumu, kulübün ünlü marşını, “Asla Yalnız Yürümeyeceksin” adlı şarkıyı söylerken kırmızı atkılarını havaya kaldırmış hep beraber sallanıyorlardı ve bazılarının gözlerinde yaşlar vardı.
Kendimi ağlamamaya çalışırken bulunca şaşırmıştım. Videonun altı milyon kere izlenmiş olmasına dayanarak, tüyleri diken diken olan ya da gözleri dolan kişilerin sadece Liverpool fanları olmadığından da emin olabilirsiniz. Aslında, YouTube’daki ilk yorum “Manchester United Fan Prez” adlı bir kullanıcıya aitti – Manchester, Liverpool’un İngiltere’deki en büyük rakiplerinden biri! Yorum basitçe şöyle: ‘RESPECT’ (saygı).
Hangi takımı tuttuğunuz önemli değil, ortak neşenin gücü bu ayrımı rahatlıkla aşabilir. Kendi araştırma katılımcılarımla yaptığım görüşmelerde müziğin kolektif neşe ve acının en güçlü araçlarından biri olduğu ortaya çıktı. Genellikle kutlamalar, dini toplantılar, cenaze törenleri ve protesto hareketlerinin merkezinde müziğin yer aldığı bir gerçek.
O videoyu izledikten sonra, kocam Steve ve ben futbol maçları ve konserler için daha fazla zaman ayırma konusunda karar aldık. YouTube çağında, bu anların nasıl hissettiğini unutmaya başlamışım. Ve böyle bir kalabalığın içinde, şahsen orada olmak, elbette bir video izlerken hissettiklerinizden çok daha güçlü şeyler hissettiriyor.
Kolektif acı
28 Ocak 1986’da tam olarak nerede olduğumu biliyorum.
Houston, Teksas’ta dört şeritli bir cadde olan FM1960’ta araba kullanıyordum. Birden bire fark ettim ki, arabalar yavaşça yolun kenarına çekilmeye ve durmaya başladı. Aslında birkaçı, şeridinin tam ortasında durdu. İlk düşüncem, bir itfaiye aracı ya da ambulansın geliyor olabileceğiydi. Yavaşladım ama acilen geçmesi gereken bir aracın ışıklarını göremedim.
Kaldırımda bir kamyonetin yanından geçerken sürücü koltuğuna baktım ve başını ellerine gömmüş olarak direksiyonuna yaslanmış bir adam gördüm. Hemen ‘savaş başladı’ diye düşündüm, savaştayız! Hemen radyomu açtım ve tam da spikerin “Tekrarlıyorum, uzay mekiği Challenger patladı” dediğini duydum.
Hayır. Hayır. Hayır. Hayır. Ağlamaya başladım. Kenara çeken daha çok insan gördüm. Hatta bazıları arabalarından çıkıyordu. İnsanlar sanki yalnız başlarına bu trajediye tanıklık etmek istemiyorlardı.
Houston’da bulunan NASA, sadece uzay araştırmalarında öncü önemli bir kuruluş değil – orası arkadaşlarımızın ve komşularımızın çalıştığı yer aynı zamanda. Oradakiler bizim insanlarımız. Christa McAuliffe, uzaya giden ilk öğretmen olacaktı. Dünyanın her yerindeki öğretmenler bizim insanımızdı!
Beş veya on dakika sonra, arabalar tekrar hareket etmeye başladı. Ama şimdi, trafiğe geri döndükleri zaman, hepsinin farları yanıyordu. Radyoda hiç kimse “Araba kullanıyorsanız ışıklarınızı açın” demedi. Bir şekilde, içgüdüsel olarak, bu yas ve üzüntü alayının bir parçası olduğumuzu biliyorduk.
O insanları tanımıyordum, hatta onlarla konuşmadım bile ama Challenger felaketinin ne zaman gerçekleştiğini konuştuğumuzda, “Ben halkımla beraberdim – FM 1960 caddesi halkı” diyorum.
Kaçınılmaz bağlantı
Spor oyunlarında veya rock konserlerinde, gece nöbetlerinde veya cenazelerde deneyimlediğimiz kolektif neşe ve acı, kutsal deneyimlerdir. Bu tür yerlerde hissettiklerimiz o kadar derinden insansı duygular ki, farklılıklarımızı bir anda ortadan kaldırıyorlar ve ortak doğamıza dokunuyorlar. Başkalarıyla yoğun ve kolektif duyguların paylaşıldığı bu tür anlara daha çok ihtiyacımız var. Facebook’ta paylaştıklarına sinir oluyor olsak da, birinden hiç hoşlanmıyor olsak da hepimiz, hala, kaçınılmaz bir şekilde birbirimizle bağlantılıyız. Binlerce yabancıyla paylaşacağımız bir an olması gerekmiyor, uçakta yanımızda oturan biriyle iki saat muhabbet ettikten sonra da bu bağlantıyı hatırlayabiliriz.
Sorun şu ki, bu tür deneyimlerden yeterince yararlanamıyoruz. Bu tür ortak neşe ve acıya yaslandığımızda kendimizi savunmasız hissedebiliyoruz ve bu yüzden de kalkanlarımızı kaldırıveriyoruz. Konser sırasında ellerimizi cebimize sokabilir, bir dans gösterisine gözlerimizi devirebilir ya da trende biriyle muhabbet etmek yerine kulaklıklarımızı takıp müzik dinleyebiliriz.
İşte bu yüzden, bu insani kıvılcım anlarını yakalamamız ve onlara minnettar olmalıyız. Melbourne’deki tribüne çıkın ve izleyicilerden Liverpool marşını söylemeyi bırakmalarını ve Brexit hakkında konuşmaya başlamalarını isteyin. Muhakkak bir sorun yaşarsınız! FM 1960 yolundaki insanları, Challenger trajedisinin zamanından ve bağlamından uzakta bir odada toplayın ve ABD hükümetinin savunma harcamalarına, sosyal yardım programlarına veya uzay araştırmalarına daha fazla para yatırmasının iyi bir fikir olup olmadığını sorun. İnsanların sizi dinlemek yerine birbirine sarılmaya başladığını görebilirsiniz.
Aynı zamanda, bazı gruplar bugün başkalarına karşı gelmek için toplanıyor. Başka bir kişinin veya grubun haksız olduğunu haykırmak için, ırkçı veya nefret dolu söylemlerini teyit etmek için bir araya geliyorlar. Bu tür buluşmalar da kopukluk krizimizi iyileştirmiyor elbette.
Bu ortamda, kolektif sevinç ve kolektif acı deneyimleri için ne kadar çok istekliysek, insanlarla olan bağlantımızı inkar etmemiz zorlaşıyor, aynı fikirde olmayan insanlarla bile. Kolektif duygu anları bize insanlar arasında neyin mümkün olduğunu hatırlatmakla kalmaz, aynı zamanda bize insan ruhu için doğru olanı hatırlatır: Hepimiz birbirimizle bağlantılıyız.
1912’de Fransız sosyolog Émile Durkheim, dini törenlerde tanık olduğuve ilk başta ‘bir büyü türü’ olarak nitelendirdiği şeyi araştırdıktan sonra ‘kolektif coşku’ kavramını ortaya koydu. Durkheim, kolektif coşkunun bizden daha büyük bir şeyin parçası olduğumuzda meydana gelen bir tür bağlantı, toplumsal duygu ve “kutsallık hissi” olduğunu açıklıyor. Durkheim ayrıca, bu kolektif coşku deneyimleri sırasında odak noktamızın kendimizden içinde bulunduğumuz gruba kaydığını da öne sürüyor.
Araştırmacılar Shira Gabriel, Jennifer Valenti, Kristin Naragon-Gainey ve Ariana Young geçtiğimiz günlerde ‘kolektif toplanma’ deneyimlerinin bizi nasıl etkilediğini ölçtüler. Bu deneyimlerin daha az yalnızlık ve daha fazla anlam, olumlu duygular ve sosyal bağlantı ile dolu bir hayata katkıda bulunduğunu ortaya çıkardılar. 2017’de yayınlanan araştırma sonuçlarında belirttikleri gibi:
“Kolektif toplantı çok uzun zamandır insanlık deneyiminin bir parçası olmuştur. …Topluluk meclisi, bir oyun, konser ya da oyun izleyerek kendilerini hayattan uzaklaştırmak için bir araya gelen insanlardan ibaret değildir; bunun yerine kendisinden daha büyük bir şeye bağlı hissetmek için bir fırsattır; neşe, sosyal bağlantı, anlam ve barış hissetmek için bir fırsattır.”
Bu tür toplanmaların kalıcı bir etkisi de var gibi gözüküyor; sosyal ilişki ve gerçek olayın ötesinde refah duygularımıza bağlıyız. Gabriel ve araştırma ekibi geleneklerin, hac yolculuklarının ve bayram günlerinin neden erken dini kültürde bu kadar önemli bir rol oynadıklarını ve bugün neden protestolar, spor etkinlikleri ve konserlerde toplanmayı sevdiğimizi belirledi. Hayatımızda daha fazla anlam ve bağlantı istiyoruz.
Cesaret ve kolektif
Bazen öğrencilere aniden bir araya gelip çeşitli etkinlikler yapan ‘flash mob’ gruplarının ve diğer kolektif sevinç anlarının videolarını gösteriyorum. Bu videolarda gördüğümüz okul çağındaki çocuklar sorgusuzca ve bütün kalpleriyle bu deneyime katılıyor. Yetişkinler? Bazıları evet, bazıları pek de değil. Gençler? Nadiren. Utanma ihtimalleri daha yüksek. Hem sevinç hem de acı, kendi başımıza hissetmek için oldukça hassas deneyimlerdir; hatta yabancılarla paylaşmak için çok daha hassas deneyimlerdir.
Cesaretin temeli kırılganlıktır; belirsizlik, risk ve duygusal maruziyette gezinme yeteneği… Kendimizi neşeye açmak cesaret ister. Aslında, kitaplarımda da yazdığım gibi, sevincin muhtemelen yaşadığımız en savunmasız duygu olduğuna inanıyorum. Birçok araştırma katılımcısının da benimle paylaştığı gibi, neşeyi hissetmeye izin verirsek, felaket veya hayal kırıklığı yüzünden zarar görebileceğimizden korkuyoruz.
Bu yüzden gerçek neşe anlarında bazen aklımız trajedilere gidiveriyor. Çocuğumuz mezuniyet balosuna gideceğini söylüyor ve hemen aklımıza korkunç bir ‘araba kazası’ geliyor. Yaklaşan bir tatil için heyecanlanıyoruz ve sonra ‘kasırga’ diye düşünmeye başlıyoruz. En kötüsünü düşünerek veya hiçbir şey hissetmeyerek kırılganlığımızı aşmaya çalışıyoruz.
Acı da oldukça kırılgan bir duygudur. Acıyı hissetmemize izin vermek cesaret ister. Acı çekerken, sadece durup acıyı hissetmek yerine daha fazla acıya neden olmak konusunda birçoğumuz daha başarılıdır! Acımızla oturmak yerine, öfkeyle çırpınarak, büyük acılarımız ya da günlük sıkıntılarımız için başkalarını suçlayarak duygularımızı boşa harcıyoruz.
Bu yüzden, kolektif sevinç ve kolektif acı için cesur olmalıyız. Bu aynı zamanda savunmasız olmamız gerektiği anlamına da gelir. Cesur olmalı ve kendimizi ortaya koymalıyız. Şarkı ve dans başladığında, en azından ayak parmaklarımıza ve mırıltımızla eşlik etmemiz gerekir. Gözyaşları düştüğünde ve zor bir hikaye paylaşıldığında, kendimizi göstermek ve o acı ile öylece durabilmek zorundayız.
Daha önce bu kolektif anlara neden bu kadar değer verdiğimi bilmiyordum. Neden aynı inancı paylaşmasam da bir ekmeği bölüşebildiğim, huzur bulduğum ve benden farklı inanan insanlarla şarkı söyleyebileceğim bir kiliseye gidiyor olduğumu anlamıyordum. Çocuklarımı ilk kez bir U2 konserine götürdüğümde neden ağladığımı ve neden ikisi de uzanıp en sevdiğim şarkıda ellerimi tuttuklarını bilmiyordum. Ya da neden çocuklarıma cenazelere katılmanın çok önemli olduğunu öğrettiğimi ve ‘oradaysanız ortaya çıkın ve kendinizi gösterin’ dediğimi.
Kolektif bir birlik, insanların paylaşımlı sosyal deneyimlere duyduğu ilkel ihtiyacı karşılar. Kolektif bir meclis, travmatize olmuş bir topluluğun yaralarını iyileştirmeye başlayabilir. Özel bir neşe, umut veya acıyı paylaşmak için bir araya geldiğimizde, aslında daha iyi insanlar olduğumuzu, o ‘iyi’ doğamızı gizleyen şüpheciliği eritiyoruz.
♦
(Çeviri: Duygu İslamoğlu)