Türk Dil Kurumu antropoloji terimini “İnsanın kökenini, evrimini, biyolojik özelliklerini, toplumsal ve kültürel yönlerini inceleyen bilim, insan bilimi” olarak tanımlıyor. Bugün antropoloji dendiğinde ilk akla gelenin (aslında bir alt disiplin olan) fiziksel/biyolojik antropoloji oluşu başka bir yazının konusu olacak yanılgılarla ve önyargılarla açıklanabilir. Biz burada antropolojinin sınırlarını şimdilik kültürel antropoloji (ve ilgili alt disiplinler) olarak belirleyerek yolumuza devam edelim.
Antropoloji batılı devletlerin kendilerinden farklı olan kültürleri; “öteki”ni anlamak ve yorumlama üzere formüle ettiği bir bilimdir. Bu “öteki” konusunun çok katmanlı olduğunu biliyor ve farkında olsak da olmasak da sürekli deneyimliyoruz. Kadın/erkek olarak, sınıf ya da etnisite temelli, cinsel tercihlerimizle, dini inançlarımızla, tenimizin rengiyle (vardır daha ilave edecekleriniz) hep bir “öteki” olma halindeyiz. Daha az ya da daha çok “öteki” olmamız siyasi, coğrafi, ekonomik koşullarla açıklanabilir. Ama “öteki” olma durumumuz süreklidir.
Bu kadar çok sayıda “öteki”ne rağmen, bütün dünya kültürlerini batılı olan ve olmayan diye ikiye ayırma eğiliminin antropolojiyi doğurduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Batılı toplumlar batı dışı, yazısız toplumların yaşam ve inanış biçimleri ile karşılaştıklarında, endüstriyel ve düşünsel olarak geldikleri noktayı insanlığın en yüksek seviyesi olarak görmüşler ve bu toplulukları “ilkel” olarak damgalamışlardır.
Bu kültürleri anlamaya ve yorumlamaya çalışmak romantik bir bilimsel serüven değildir elbette. “İlkel” “öteki” karşısında batılı toplumlar kendilerini daha gelişmiş, daha güçlü, daha akıllı, daha zengin hissetmişlerdir. Bu uydurulmuş hiyerarşinin yanında bu kültürlerin kodlarına sahip olmuş ve gerektiğinde bu kodlar aracılığı ile o toplumları/toplulukları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmişlerdir.
Elbette bu toplumları kendilikleri içinde, oldukları gibi, batılı toplumlar ile karşılaştırmadan değerlendirme çabasındaki araştırmacı ve düşünürler de vardır. İşte bu araştırmacı ve düşünürler sayesinde verili kabul ettiğimiz (başta eşitsizlik olmak üzere) tüm olguları tartışmamıza olanak sağlayan zengin bir alanyazından (literatürden) bahsedebiliyoruz. Doğayla ve doğasıyla barışık, eşitlikçi ve barışçı toplumların bundan çok uzak olmayan bir geçmişte yaşamış olduklarını, bazılarının hala direndiğini biliyoruz. Bu kesin bilgi ve yaymak gerekiyor…
Antropolojiyi Dijital Topuklar ile buluşturan, öncelikli olarak bu alanyazın (literatür). Zaman zaman başka türlü bir toplumun mümkün olduğunu gösteren örnekleri paylaşacağız ki “umut keşfedilmemiş hayalkırıklığıdır” döngüsünden çıkabilelim. Bazı sorulara verilmiş yanıtlara bakacağız. Kadın evrensel olarak ikincil midir gerçekten? Biyolojik olarak adet görmenin, çocuk doğurmanın ve emzirmenin evrimsel süreçte biz kadınları ikincil bir statüye kilitlediğinden emin miyiz? Güçlü avcı erkek miti toplayıcı kadının insanlık tarihindeki önemini gölgeliyor olmasın?
Tüm bunlara inanmamız sistemin güvencesi mi? Dilimizin kemiği yok. Aklımıza gelen her soruyu sormak gerek.
Kadınlar olarak hepimiz birbirimizden farklıyız. Tenimizin rengi, etnik kimliğimiz, sınıfsal konumumuzdan tutun kurumlar içindeki (aile, şirket, vb.) statümüze kadar her şeyimizle birbirimizden farklıyız. Hepimiz bir diğerimizin “öteki” siyiz ve bu da “kızkardeşlik” romantizmini çok da yaşayamadığımız gerçeğini yüzümüze vuruyor. Kabul etmeliyiz ki birbirimize zorbalık yapıyoruz; aile içinde, iş hayatında, akademide, sosyal hayatta ve hatta sosyal medyada. İşte belki bunun nedenlerini de anlayabilir ve konuşabilirsek, ortak sorunlarımıza odaklanabiliriz.
Antropolojinin bu konudaki tespitleri yolumuz aydınlatabilir diye düşünüyorum. Antropolojinin bu platforma katkısını sadece bunlarla sınırlamak mümkün değil. Odağı insan ve kültür, amacı anlamak olan bir bilimin önerdiği tüm yöntemlerle, günümüz dijital dünyasında ortaya çıkan yeni tip sanal toplulukları, dijital kültürü, yeni iletişim biçimlerini anlamak için de geçerli güçlü bir araç kutusu sunduğunu söyleyebiliriz. Hepimiz içine doğduğumuz yaşam biçimlerinin, inanışların, kabullerin izlerini taşıyarak yeni bir mecrada buluşuyor, yeni bir dil ile anlaşıyor, paylaşıyoruz. Bu yeni toplulukların mevcut kültürlerin önyargılarından arınmış bir şekilde daha eşitlikçi ve daha adil olması farkındalıktan geçiyor ve antropoloji bunun için de iyi bir zemin sağlıyor.
Sözün özü: Bilgi güçtür. Paylaşırsak güçleniriz…
♦