1938 yılında BBC Radyo’da yayınlanan bir radyo oyunu, kitle iletişim araçlarının kitleleri nasıl etkileyebileceğine dair mükemmel bir örnek olmuştu. H.G. Wells’in Dünyalar Savaşı adlı bilimkurgu eserinden uyarlanan oyun, ileride çok ünlü bir yönetmen olarak adını duyuracak olan Orson Welles tarafından uyarlanmış ve seslendirilmişti.
Oyun basitçe, dünyanın uzaylılar tarafından istila edilmesini anlatıyordu. Cadılar Bayramı özel programında yayınlandığında, radyoda ‘uzaylı istilası’ hikayesini duyan insanlar bunun gerçek bir haber olabileceğini düşünerek korku ve panik içerisinde sokağa dökülmüştü.
İkinci Dünya Savaşı zamanında büyük liderler, zamanının yaygın kullanılan tek kitle iletişim aracı olan radyonun güçlü etkisinin farkındaydılar. Hitler’in halkı yönlendirmek için kurguladığı propagandalar, radyo aracılığıyla ülkenin her köşesinde insanları etkilemeye ve manipüle etmeye başlamıştı.
Geçen yıllar içerisinde kitle iletişim teknolojilerinin gelişmesi ile halkların nasıl etkilendiğini anlatmamız yersiz. Yasama-yürütme ve yargı kuvvetlerinden sonra ‘dördüncü kuvvet’ olarak adlandırılan medya, hepimizin hayatında çok büyük bir yer kaplamaya devam ediyor. Günümüzde sosyal medyanın da oyuna dahil olması, kitle iletişiminin etkilerini daha karmaşık ve güçlü hale getirdi. Önceden radyoda, televizyonda, sinemada gördüğümüz her şeye inanmaya hazırken, şimdi telefonumuzun ekranına düşen haberler, olaylar ve belki de en önemlisi, söylemler, günlük yaşantımızı etkiler halde.
Sorgulamayı hatırlayan kaç kişi kaldı?
Psikolojik olarak hepimiz genellikle, çoğunluğun onayladığı fikir ve gerçekleri kabullenme ya da kimsenin ses çıkarmadığı durumlarda sessiz kalma eğilimindeyizdir. Okuyan, düşünen, araştıran eğitimli kişilerin yargı ve karar mekanizmaları elbette farklı değerlendirmelere alan açacaktır. Ancak sosyal medya gündemine baktığımızda, yarattığı profilin arkasına gizlenmenin ve yüz yüze olmamanın da verdiği özgüvenle, insanların haberleri ve güncel olayları yorumlarken nasıl acımasızlaşabildiğini açıkça görebiliyoruz. Bir paylaşıma birkaç olumsuz yorum gelmesi yeterli; ardından gelen yüzlerce yorum ilk ses çıkaranlardan güç alarak ve katlanarak gelmeye devam ediyor…
Öte yandan, 1930’lardan beri otorite kabul ettiğimiz medyanın olayları anlatma ve servis etme biçimi de, düşünme ve görme biçimlerimizi önemli ölçüde etkiliyor. Medya bir olayı ‘ahlaksızlık’ olarak nitelendiriyorsa, haberi okumaya bu önyargı ile başlıyoruz. Medyada sözü geçen kanaat önderleri, günümüz tabiri ile ‘influencer’lar, bir konu hakkında görüş bildirdiğinde ona hak verme eğiliminde oluyoruz.
Ünlü bir oyuncunun bir ödül töreninde giydiği kıyafeti, güçlü bir yayın kuruluşu tarafından ‘davetkar’ olarak tanımlanabiliyor. Birkaç ay önce Berrak Tüzünataç’ın elbisesinin davetkar olduğunu söyleyen NTV Yaşam, oyuncunun tepkisi üzerinde Twitter’dan özür dilemişti ve yayınladığı magazin haberinin başlığını değiştirmişti. Sosyal medyanın hayatımızda olmadığı yıllarda bir gazetede ya da televizyon programında Tüzünataç’ın stili ‘davetkar’ olarak nitelendirilmiş olsaydı, çamur atılmış ve izi kalmış olacaktı. Birinin elbisesine bakıp onun ‘davetkar’ olduğunu düşünmek normalleşecekti.
Buna benzer birçok örneğe her gün rastlamamız mümkün. Tuba Ünsal’ın bir röportajında ‘boşandıktan sonra hayatımın en mutlu yılını yaşıyorum’ demesi, sözü geçen köşe yazarları tarafından ‘eski eşine ayıp olmuyor mu, acımasızsın, evliyken hiç mi mutlu değildin’ diyerek eleştirildi. Bu yorumları okuyan milyonlarca kişi, artık boşanmış bir kişinin mutluluğunu eleştirebileceğini düşünecek! Sesini duyurabilen herkes, insanların özel hayatları ve davranışları ile ilgili yorum yaparken bazı söylemleri normalleştiriyor, sıradanlaştırıyor.
Artık yeniden yazmalı
Medyada kullanılan dilin hassasiyetle dönüştürülmesi, beklediğimiz sosyal dönüşüm için hayati önem taşıyor. Yayınlanan haberlerde kullanılan dil kadını aşağılayan, ötekileştiren, özel hayatını acımasızca eleştiren bir dil olduğu sürece kadınlara yönelik şiddet eğilimi beslenmiş olacak. Berrak Tüzünataç, NTV’ye tepki olarak yazdığı tweet’te “basınımızda böyle bir üslup oldukça başka bir tacizciye ihtiyacımız yok” demişti.
Haber kanallarında, sosyal medyada sürekli olarak kadınların cinsiyetçi bir tutumla eleştirilmesi, bu tür söylemleri normalleştiriyor. Manken Didem Soydan’ın Instagram hesabında paylaştığı fotoğraflarını ‘ahlaksız’ olarak nitelendirenler, bikinisiyle poz veren herkesin ahlaksız ve değersiz olduğu görüşünü besliyor. Buradaki yorumlardan yola çıkan haber editörleri, bu bakış açısını normal kabul edip ‘Seksi mankenden olay pozlar!’ diyerek bu paylaşımları servis edebiliyor.
İnternet yayıncıları olarak ülkemizde en çok tıklanan haberlerin ‘seksi’ içerikler olduğunu biliyoruz. Bu seksi içerikleri görmeye bayılan okuyucu, onları üretenleri ‘ahlaksız, pis!’ olarak nitelendirmekten hiç çekinmiyor. Bu sayede tecavüze uğrayan bir kadının giydiği kıyafet tartışılabiliyor… Bunu tartışan erkekler işleri bittikten sonra telefonlarında ‘seksi mankenler’ galerilerine dönecek olsalar bile…
Kitle iletişiminin ve sosyal medyanın, insanların düşüncelerini ve davranışlarını nasıl etkilediği gün geçtikçe daha da belirgin hale geliyor. Bu aşamada yayıncılara çok büyük ama aslında çok da basit bir sorumluluk düşüyor; saygılı ve eşitlikçi bir dil kullanmak. Sesini milyonlara duyurabilenlerin kullandığı kelimeleri özenle seçmesi, tüm toplumun dilini etkileyecek. Kitlesel bir dönüşüm bekliyorsak, yayınladığımız bir radyo oyununun insanları sokaklara dökebileceğini bilerek, sorumlulukla hareket etmek zorundayız. Yayıncılar editörlerini bu yönde eğitmeli, okurlar ve takipçiler de gördüğü yanlışlara ses çıkarmalı.
Medyanın dilini dönüştürebilirsek, okuyucunun kabul ettiği ve ‘normal’ bulduğu dili de dönüştürmeye başlamamız mümkün olacak. Dil dönüştüğünde, tutumlarımız ve davranışlarımız da değişecek. Bütün bunların bir günde olmayacağını biliyoruz, o yüzden okuyan, araştıran, düşünen ve sorgulayan herkese büyük görevler düşüyor!
♦