Belli bir düşüncenin, bir futbol takımının ya da siyasi bir partinin tarafında olmak, taraftarı olmak konusunda ne kadar hevesli ve kararlıysan, karşı taraftakine karşı da aynı derecede isteksiz ve düşmanca bir tavır takınmak; ülkemizdeki “taraf olma” meselesinin bel kemiğini oluşturuyor ve sosyolojik çerçevelerde çokça tartışılan “kutuplaşmanın” da ekmeğine yağ sürüyor.
Düşünceleri, amaçları, istekleri karşıt olan iki kişiden ya da iki topluluktan her biri olarak tanımlanan “taraf” sözcüğü, temelde karşıtlığın değil, birlik ve beraberliğin, sevgi ve barışın esas alınması gereken aile kurumunu oluştururken de karşımıza çıkıyor; kız tarafı ve erkek tarafı şeklinde. Bu tarafların istekleri, amaçları oldukları tarafa göre değişebiliyor, yani şöyle ki, hem kızı hem oğlu olan bir insan, doğal olarak, hem kız tarafı hem de erkek tarafıdır, ya da adayıdır. Kız tarafıyken farklı, erkek tarafıyken farklı beklentileri ve istekleri olan kişinin aynı olmasının ve bu düzenin çoğu aile tarafından kabul edilmesinin iki yüzlülük kısmı ayrıca ele alınması gerekirken, benim ilgilendiğim ve yazının da temelini oluşturan konu, kabul edilen düzendeki kadın-erkek eşitsizliği.
Bir insanla hayatını birleştirmenin sadece bir insanla hayatını birleştirmek olmadığını, evlilik yoluna ilk adımları atmaya başladığında net bir şekilde görüyorsun. Sevdiğin kişiyle arana birden takılar, bohçalar, oturacağın semtler gibi tartışmalar giriyor. İki kişi arasında kalsa kolayca halledilebilecek konulara, hayatınıza yeni dahil olan kişiler de karışınca evlilik hikayesi tam bir kara mizah örneğine dönüşüyor.
Erkek tarafı ve kız tarafının beklentileri bir zamanlar birileri tarafından oluşturulup paket halinde herkese verilmiş ve kimse de paketi açtıktan sonra sorgulama gereği duymadan, ‘büyüklerimizin vardır elbet bir bildikleri ‘ mantığıyla, ellerindeki bilgilere göre şekillendirmeye başlamışlar hayatı.
Erkek tarafı daha sahiplenici kılınıp, maddi beklentiler o tarafa yazılırken, kız tarafınaysa o maddi beklentileri en “mazbut” şekilde talep etmek düşmüş. Örneğin evlenirken “erkek tarafının” çiftlere ev alması bir aile için gurur kaynağı, kız tarafı içinse, “çok şükür kızım rahat yere gitti” sebebiyken, aynı durumu ters çevirdiğimizde, utanç kaynağı ve “Napalım damat iyi ama işte parası yok” iki yüzlülüğüne varabiliyor.
Maddi imkanlarını çiftlerin önüne seren erkek tarafı, geminin direksiyonuna geçip, rotayı kendileri belirledikleri bir evlilik bekliyorlar; daha çok gidilen, daha çok davet edilen, daha çok hürmet edilenin erkek tarafı olması gerektiği her daim satır aralarında, inceden inceye işleniyor.
Geçen gün hayretle tanık olduğum bir konu oldu ki, bu yazıyı da yazmama sebeptir; bayram ziyareti. Evet, bayram ziyareti, doğru okudunuz: ilk bayram ziyaretini erkek tarafına yapmak gerekirmiş, bayram kahvaltısı erkek tarafında yapılırmış, çünkü erkek tarafı öyle istermiş, çünkü erkek tarafı böyle şeyler beklermiş, çünkü evlendikten sonra asıl ailen erkek tarafı olurmuş, çünkü onların soyuna geçermişsin, çünkü erkek tarafını memnun etmek çiftlerin evlenmekteki yegane hedefiymiş. Gözlerim açık, beynim allak bullak şahit olduğum bu konuşmanın, kadınlar tarafından yapılıyor ve kati bir şekilde değişemez bir doğru olarak savunuluyor oluşuna hem hayretle hem de üzülerek şahit oldum. Birlik, beraberlik, sevgi, saygı, güven, samimiyet temelli olması gereken aile kurumu, zemininde böyle anlamsız adetler barındırmayı hak etmiyor.
Psikolojinin çok popüler bir terimi var: “Stockholm Sendromu” diye, basitçe, bir insanın kendine işkence eden kişiye âşık olması şeklinde ifade ediliyor. Bu konuşmaların çoğunu orta yaşlı, hayatlarının “gelinlik” kısmını hala bitirememiş ve bunu son derece sahiplenen kadınlardan duyduğum ifadelerden biri şuydu: “Benim ilk işim, eşimi ve onun ailesini mutlu etmek, kendi annem babam bana zaten kırılmaz ki.” Bu cümleden sonra konuşma sona erdi ve bu kadın artık benim gözümde, kendinden yıllarca “hizmet” bekleyen, “gelinlik” müessesini kölelikten pek de ayırmayan kişilere duyduğu bu sevgi, saygı, bağlılık tipik bir “Stockholm Sendromu”ydu.
Erkek tarafına olan uzaklık, ayda kaç kez kız tarafına, kaç kez erkek tarafına gidildiği, gelinin kayınvalidesin evinde yıkadığı bulaşıkla, annesinin evinde yıkadığı bulaşığın çarpılıp, bölünerek hesabının tutulduğu, hangi tarafın akrabalarının daha çok davet edildiği, hangilerine daha çok ve güzel ikramlarda bulunulduğu ve bunların ciddi birer mesele olarak gündeme geldiği aileler var, evet, gözümle, kulağımla defalarca şahit oldum. Okurken tüm çıplaklığıyla belirtmek adına çok net örnekler verdim diye, “ay yok canım, bu kadarı da yoktur herhalde, ancak eski zamanlarda, köylerde falan olur” diye düşünmeyin. Şehrin ortasında, modernliğin kitabını yazdığını iddia eden, “görmüş, geçirmiş” çoğu kişinin muhatap olduğu durumlar bunlar, gelenekler, görenekler arasından hayatımıza sızan, herkes böyle diye ses çıkarmadığımız adetlerle kabul ettiğimiz durumlar.“Son Sömürge: Kadınlar” kitabına şöyle başlıyordu Maria Mies: “Dünyaya hükmeden erkekler yolun sonuna geldi. Çağımızın can alıcı sorularına verilecek yanıtlara sahip değiller.”
Bu kız tarafı, erkek tarafı için geçerli kurallar, sanki delinin biri kuyuya bir taş atmış kırk akıllı çıkaramamış gibi, o taşı kuyudan çıkarmaya niyet eden, “aman bu düzeni ben mi değiştiricem” sözünün arkasına sığınmayan, tarafsız aileler kurmanın tarafında olanlar, Maria Mies’ten aldığım ilhamla size bir şey söyleyeceğim, az gelsenize: vi ken du it!
♦